yazarlar-çizerler-çekerler

Patlagaç arama kutusu

28 Eylül 2011 Çarşamba

UNUTKAN KEKEME

Hayatımda ilk defa yazdığım satırlar anında görüntülenecek başka bir yerde. İnternet sohbetleri (chat diyenler var) hariç. Tedirgin bir halde yazıyorum şimdi. Ben ki kalemi kağıdı bir kenara attım. Tedirginim. Yazıyorum. Yazmak böyle bir şey miymiş? Tuşlar hallediyormuş sizin yerinize. Ben çok geç kaldım.

Hayatımda ilk defa kekeme biriyle konuştum bugün.

Bugünün tarihi çok önemli değilmiş aslında. Ben boş yere yıllardır olur olmaz şeylerin tarihlerini aklımda tutup yıl dönümlerinde, o olur olmaz şeyleri tekrar tekrar anmışım. Bunu da galiba bugün öğrendim. Bugünün tarihini aklımda önemsemeli miyim, tarihleri unutmanın önemini ve gerekliğini kavradığım gün olarak? Son kez. Bunu yapmalı mıyım?

Hassaslıktan öleceğim sanırım ve bu beni nihilizmin "batağına" çekiyor görüldüğü gibi: Önemsediğim şeyleri önemsememem gerektiğini acı bir şekilde anlamak.

Hayatımda gördüğüm ikinci kekeme insanı da bugün gördüm, evet. Bu "cümle sonu evetleri" de Türkçenin geldiği uçurumun kıyısını temsil eder gibi basıyor noktanın üzerine. Türkçe intihar etmezsen yavrum, biz öldüreceğiz seni, evet. Gururunu test ediyorum.

İkisi de aynı mekandaydı. Bir devlet dairesinde, tamam, isim versem de olabilir, SGK koridorlarında. Ulucanlar'da. Müze haline getirilmiş Ulucanlar Cezaevi'ne komşu bir binada. İşe gitmemek için aile hekimimden aldığım beş (5) günlük raporun karşılığında 5 günlük ücretimi kesmişlerdi. SGK sağolsun, o parayı karşılamak için varmış. Gittim gördüm, koca binalarda 3-5 adam, veznelerin ve yakın gözlüklerinin arkasına geçmiş, kağıtlarla oynayıp durmaktalar. 3 numaralı kapıdan geçmem söylendi. Geçtim. Hemen orada arka arkaya dizilmiş insanlar vardı. Ben de sıraya geçerken iri yarı bir adam: "Bu...ne....ne...sı...(hık) rası?" Öyle tatlıydı ki konuşması, herkes böyle yavaş, tane tane konuşsa, dedim kendi kendime. O zaman kavga edemezdik bence. Güler geçerdik. Dikkatle bakıyordum adama ve ağzım adamın söyleyemediği kelimelerin şeklini alıyordu. ("Sözcük", sadece Türkçe derslerinde kullanılmalı bence, burada "kelime" daha iyi.) Kanım kaynayıvermişti bu koca kekemeye. Konuştuk gülüştük. Adam işini halledip gidiverdi. Benim işimi "yapacak" memur, orta yaşını başını almış bir adamdı. Onunla da kanımız kaynadı. Hımm, diyor, adımı soyadımı tekrar ediyor, dur bir müdüre sorayım, diyor, müdüre soruyor ve bana espri yapıyordu. Eski sisteme göre halledilmesi gereken bir mevzudan beni koridora, danışma'nın arkasına yolladı! Korkuyla baktım tavana. Küçükken böyle yüksek tavanlı bir beyaz eşya mağazasına girmiştik babamla, ben böyle tavana bakarken yine, deprem oluvermişti. Deprem dediysem, küçük bir sarsıntı işte. Tavan yine öyle sallanır gibi oldu. O zamanlar da tavan bana en az o kadar uzaktı.

Biraz ilerleyip tıpkı dışarıda adres sorarken yaptığım gibi, yani biraz daha ilerlesem bulacağım aradığım yeri ama içimdeki sesler bağırıp çağırarak kafamı karıştırıyorlar, gidemiyorum; gidemedim, ulaşabildiğim yerde hemen yanıbaşımda bitiveren veznevari bir odaya doğru uzattım başımı: "Benim sağlık karnesiyle ilgili bir sorunum varmış da buraya yoladılar..." Çoktan elimdeki devlet belgelerini adama uzatmıştım. Adam ipince vücudunun üzerindeki tam olarak kurukafa kadar kuru kafasını kaldırdı, gözündeki gözlükler bile daha çok canlılık belirtisi gösteriyordu. "Do...do...ğrudur, amama...burası...değil...ile..ile...ileri...si." Hemen de başını eğiverip işine daldı. Ben yine gözlerimi pörtleme derecesinde açık buldum. "Amama! Bu...bu...bu...nasıl bir tesadüf!" Kekemelik bir tesadüf değilse kekeme insanlara rastlamamız da tesadüf olamaz. Ben şimdi bir anlam çıkaramamış olabilirim ama, o çıkaramadığım anlamın olmadığı anlamına gelmez. Hikmet, her yerdedir.

Aslında kendime göre çıkarımlarım oldu, ama, sadece kendime göre. Nedense yazasım yok şimdi.

Sonra ben bugün, birkaç devlet dairesi daha gezdim. İşlerim vardı. Para ve devlet işleri. Ulus'u alt üst ettim. Susam Sokağı'nda şöyle bir soluklandım. Yok, öyle kafeterya gibi bir şey yoktu. Hatta yoğun trafiğin olduğu bir sokaktı. Ama ben bir süre karşıdan karşıya geçmedim de durdum işte öyle. Birkaç yeşil ışığı es geçtim. Bir zamanların Susam Sokağı adlı programını hatırladığımdan değil, doğru, hatırladım ama hatrlamasaydım da öyle bir program olmasaydı da güzeldi o sokağın adı. Tatlıydı. Eski bayramlarda yediğimiz susamlı şekeri hatırlattı. Şu, hep sona kalan şeker. Susam, bir gün açmayacağım pastanemin hayalimdeki adıydı üstelik. Geçtim gittim işte. Hayalleri.

Sonra unuttuğum tarihleri tekrar tekrar unuttum.

Haftanın bitimine kaç gün vardı, bir an için hesap etmekten vazgeçtim.

Ulus Heykeli'nin her ayağı yere değen atının ve Ata'nın yanından yokuş aşağı vurdum kendimi.

Kekeme olsaydım da güzel olurdu, dedim. Bu otobüslere yine binerdim, bu yollardan yine geçerdim ve yine bu otobüslerde Orhan Gencebay dinlerken cam kenarı uykusuna dalardım.

İşte herkes görsün ki ben az önce bunları yazdım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder