yazarlar-çizerler-çekerler

Patlagaç arama kutusu

Pata Küte


İÇSESSİZLİK

Görüntü olmasa ses hiçbir şey!
Bütün vücuduyla televizyonun karşısındaki koltuğa yayılmış, başı geride, gözleri kapalı, akşam haberlerini dinliyordu Sinan.
Ankara-Samsun yolunun kırkıncı kilometresindeki korkunç kaza nasıl olmuş? Güzel paralar harcamış adam…
Milletvekilini kim nasıl yumruklamış…
Başını doğrultmadan gözlerini açıp izlemeye devam etti.

Sofrayı toplayıp salona gelen Semiha’nın “Sessiz sessiz haber mi izlenirmiş?” diye yakınmasını duymazlıktan gelmeye çalıştı.
Semiha çay uzatıyordu Sinan’a: “Yanında bisküvi falan ister misin?” Çok önemliymiş gibi davrandığı bir haberi kaçırmamak için ses çıkarmadan sadece kaşlarını kaldırdı Sinan cevap olarak; hayır. Şşş…“Yemekte de iştahın yoktu. Beğenmedin galiba?” Her gün böyle takip edilir mi insan? “Sağol Semihacığım, iyi yedim.” Aslında iyi yememişti gerçekten. Çayın yanında bir şeyler yemeyi çok severdi ama istemiyordu; ona evet demek, elinde bisküvilerle yanına gelmesini izlemek, yeniden teşekkür etmek, yeniden başka bir arzun var mı gibi laflarla hep konuşmuş bulunmak ve böylece akşamları kendi kendine yeten o müthiş uyumlu karı kocalardan olmak istemiyordu.

Semiha Sinan’ın yanına oturmuş, haberlerle ilgili yorumlar yapıyordu durmaksızın. Her haberle ilgili uzak yakın fark etmez, bir hısım akrabanın başına gelmiş çok benzer bir olayı da anlatmadan geçmiyordu.Susss… Şşş…  Sinan kanal değiştirdi. Niye değiştirmişti ki? Semiha kızıyordu, ötekini aç, bir sonrakine geç, sesini çoğalt, bisküvini ye, çayını yudumla, arkana yaslan, ne zaman uyu…

Susmayacak!
Ceketini alıp çıktı Sinan: “Hava alacağım biraz.”
“Akşam akşam yine bırak git beni, ben de giderim öyleyse!”
Dışarıda hava buz gibiydi. Çakmağın alevini yutuveren rüzgara siper olup yaktı sigarasını. Akşamın soğuğu paçalarından, boynundan girip vücudunun her tarafına sarılıyordu. Ceketini çekiştirip kendine dolandı. Ulan… Mevsimleri de çaldılar! Bir günde gelen kışı, aniden değişen tabiatı, birden açıp kayboluveren çiçekleri, zor geçen yazları düşündü. Ama yine de iyidir kış. Ayazda buhar olan nefesi sigara dumanına karışıyor, ikisi birlikte sadece dumanmış gibi göründüğünden sigarayı körüklemiş gibi sevindi Sinan. Nişanlıyken Semiha’nın yanında en çok böyle havalarda sigara içerdi, Semiha da sigarayı körüklediğini zannedip, bir yandan Sinan’a sigara içtiği için kızar, bir yandan da tuhaf bir gururla yüzüne bakardı; sevgilisi kendi yüzünden kavgaya karışmış genç kızlarınki gibi bir gurur. Onun için hiç kavga etmemişti ama çok defa böyle havalarda derin derin çekip sigaradan, Semiha’nın içinin gıcıklandığını düşünmüş, tütün kokan ağzıyla onu öpüp evlerine bırakmıştı.


Susmuyor ki…
Yıllardır aradığı şeyin ne olduğunu yeni fark ediyor gibiydi: Semiha’nın durmasını istiyordu; durmasını ve susmasını… Semiha, on yıldır evin neşesi olan sesini, kadın sesini eksik etmemişti bu evden. Ama bir günden bir güne de durup düşünmemişti, konuşunca, durmaksızın anlatınca rahatsız oluyor muydu Sinan? Bencildi. Sevinçliyken kahkahalar atan salon, canı sıkkınken insanı boğacakmış gibi kasvetleşiveren duvarlar, yaptığı yemeğe sinen ellerinin kokusu… Kısacası Sinan’ın Semiha’dan saklanacak hiçbir köşesi kalmamıştı bu evde. Eskiden var mıydı kaçacak bir yeri? Eskiden kaçmazdım ki…Semiha’ya haksızlık edip etmediğini de düşünüyordu elbet. Ama onun bencilliği, Sinan’ın bunu sorgulamasını bile engelliyordu artık. Mesela az önce çay yaptığı için çay içmek zorundaydı Sinan. Çayın yanında Semiha’nın kurabiyeleri, Semiha’nın muhabbeti... Çaya da katlanabilirdi, kurabiyelere de ama en azından konuşmayabilirlerdi. Tamam, konuşmasına da göz yumuyor, bir süre dayanıp sadece televizyon izleyebiliyordu. Semiha’yı duymamayı başarabiliyordu da… Tüm bu diş sıkmalar o soruyu duyana kadar sürüyordu: “Neden konuşmuyorsun?” Hem de on yıldır, hatta nişanlılık dönemini de sayarsak on bir yıldır Sinan ilk defa bu akşam susuyormuş gibi, şaşkınlıkla soruyordu: “Neden konuşmuyorsun canım?” E tabii kendisi cevaplıyordu yine: “Nişanlıyken utanıyor herhalde, derdim. Annem açılır, demişti. Erkeğin az konuşanı makbuldür, önemli olan öz konuşması, demişti babam. Hala açılacaksın diye bekliyorum.” diyerek bir kahkaha atardı. Sinan, en çok buna dayanamıyordu. İşte bu akşam da Sinan’ın sessizliğe gömülmesine izin vermemişti. Sinan da her Semiha’ya katlanamaz hale geldiğinde yaptığı gibi ceketini alıp dışarı çıktı, evlerinin iki yüz üç yüz metre ilerisindeki büfeye, daha da doğrusu büfenin karşındaki parka gitti.

Büfeyi rahatlıkla görebileceği bir banka oturup saatlerce belediye işçilerinin unuttuğu bir süpürge gibi, öylece kaldı. Büfeyi izledi: Büfede çalışan kızı: Gelen her müşterinin her istediğini hiç ses çıkarmadan yapışını. Dünya yıkılsa bile hiçbir şeyin umurunda olmayışını… Öyle kayıtsızdı ki büfenin camından gördüğü hayat parçasına ait hiçbir şey onun dikkatini çekmiyordu.
Konuş. Ses ver.
Daha önce sırf kızı daha yakından görebilmek için büfeye girmişti Sinan. Ama istediği şeyi bir türlü söyleyememiş, konuşursa ürperecek diye korktuğundan bir süre öylece durmuştu. Kız, sormuyordu: “Ne istiyorsun?” Konuşmuyordu. Sinan konuştuğunda da ürpermek şöyle dursun, sanki uzun zamandır bunu bekliyormuş gibi Sinan’ın istediğini indirmişti raftan.

Evimde, hep yanımda sus…
Konuşmadan geçen akşamlar. Sessizce. Tek laf edilmeden anlatılanlar. Sessizlikte, hep kendimde olsam... Hep kadınımla... Bu kız. Semiha. Bir kadın, bir erkek. Allah. Sükunet.
Ağaca yaslanmış sigara içiyordu. Art arda.
Kelimelerle düşünmek istemiyorum. Acaba benim sessizliğimi nasıl görüyor insanlar? Ne düşünüyorlar? Kelimeler olmasa düşüncelerin de önemi kalmaz.
Ama düşünce de var kelime de… Semiha da var ben de varım.
Kızı evinde hayal ediyordu. Bile bile sağırlığı, bile bile dilsizliği… Sessizlik şimdiden kulaklarında uğulduyordu. Tüm sesler, Semiha bile susuyor, sanırsak ki vicdanın sesi dedikleri, gitgide daha kuvvetle vuruyordu kendini dışarı: Haksızlık mı ediyorum? İçinde biriktirdiği cevabı dışarı fırlıyor; yürüyor, koşuyor, bağırıyordu ortalarda: Haksızlık ediyorum. İyidir o, benim sesimdir.

Rahatlamıştı, her şeyi unutarak evin kapısına kadar geldi, kapıyı çaldı ama açan olmadı: Semiha açmadı. Evden ayrılırken Semiha’nın söyledikleri geldi aklına. Ya gitmişse nereye gittiğini öğrenir, gider özür dilerim. Ama Semiha beni affetmez. Çok çok… Bir kez daha özür dilerim. Dileyemem. Israr edemem ki. Yıllardır bana katlandığı çok bile. Hakkı var, beni terk etti. Benim hakkım bu. Affetmez artık beni. Büfedeki kız gelir. Gelmez. Gencecik. Gelse de iki gün sonra o da gider. Yalnız yalnız can vereceğim yatakta. Semiha kaç gün sonra duyar kim bilir…

Kendi anahtarıyla girmeye çalışırken açıldı kapı. Semiha!
“Uyuyakalmışım.”
Ohh!  “Bir şeyler hazırla da yiyelim Semiha.”
“Acıktın değil mi? Ben sana demiştim, az yedin sen.”
Semiha gözlerini ovuşturarak mutfağa gitti. Sinan ise, koltuğuna yayıldı bir güzel, kısık seste televizyon izlemeye devam etti.


PATA KÜTE


Kasım 2009    





HIRPALANMAMIŞ KİTAPLAR 1: ‘TATLI DİLLİ NEZİM’DEN TOPLU ÖYKÜLER 


“Yirmi üçündeyken bir gün dünyaya ve bahara bakarak, geniş bir gerinişle kollarını açıp: ‘Deli gibi aşığım ama aşkımı itiraf edecek adam bulamıyorum.’ diyecek arkadaşına. Bir başka seferinde piyanoda bir ses arayacak ve : ‘Fazıl, söyleyin bakalım, gülümseyiş ne renktir?’ diye soracaktı.”


Bu satırları Nezihe Meriç’in “Öğretmen” öyküsünde görmeden çok önce, öğretmenliğimin baharında tatmıştım. Hayata âşıkken daha, ağzımda şiir tadı bırakan öyküler okumayı, yazmayı, yaşamayı telaşla beklerken elime ayağıma dolaşan can sıkıntısından sıyrılmak için delice bağırmak gelirdi içimden: Yaşamayı seviyorum ama yaşamaya değecek ne var ki...

Sonraları, hademelerin okuyuculara ‘Ne işin var burada!’ diye baktıkları kütüphanelerin* birinde mavi bir kitaba rastladım: Toplu Öyküleri 1. Ne üzerinde küçük bir karalama vardı, ne de bir yaprağı yıpranmıştı. Üzerini kaplamış toz tabakası, onu oraya yerleştiren insanların el izlerini dahi yok etmişti.  YKY, Nezihe Meriç’in  Bozbulanık, Topal Koşma ve Menekşeli Bilinç adındaki üç öykü kitabını bir arada basmış. Kütüphanedeki 2009 basımı.

Eve götürdüm kitabı, okudum, okudum; ‘Nezim’i (kendisine böyle hitap edilmesini istermiş) neden daha önce tanımaya çalışmamışım diye söylendim kendime. Türk öyküsünün en sağlam ‘kadın ayağı’nı neden daha önce keşfetmemişim?

Nezihe Meriç hakkında çok şey söylenir, yazılır muhakkak. Onu tanıyanlar, sindirenler, anlamaya çalışanlar, bolca okuyanların onun hakkında yazdıklarından iki üç satır alıntılamak ve bir iki satır da kendim eklemek istedim, haddim olmayarak:
“Meriç’in ilk öykü kitabı Bozbulanık, onun en başarılı çalışmasıdır. Kadın sorunlarını, geçim sıkıntılarıyla örtüştürerek ilk kitaplarda pek rastlanmayacak bir ustalık sergiler. Sait Faik etkisi gözden kaçmaz, ama kişilikli bir öyküde kendini gösterir. İki öykü dışında tiplerin/kahramanların çoğu kadın, kadın dünyasıdır.” (Necip Tosun, Nezihe Meriç Öykücülüğü, Hece Dergisi 108)

Aynı yazıya devam ediyorum; bakın, Meriç nasıl tanımlamış öyküyü: “İnsanın bir ruh halinin herhangi bir olay karşısındaki durumunun kısmetine düşen zaman içinde bir gülüşün, bir davranışın ustaca makaslanıverişidir.” Meriç’in dilde de özenli olduğundan bahsedilmiş. Hatta “Türk öykücülüğünde dil bilinci en yüksek yazarlarımızdan birisidir.” diye tanımlanmış. Bir eser size illa yeni kelimeler öğretmez ama ben bu üç kitapta toplam kırka yakın yeni kelime tanıdım: Görmediğim çiçeklerin, kumaşların adlarını: sardunyalar, ıtırlar, küpe çiçekleri, safran çiçekleri; tafta, pazen, poplin… Bir sürü argo ifade öğrendim. “Oh, keka!” demiş mesela; ne güzel, ne iyi anlamındaymış, “Kız finnari!..” demiş.  Hem de bu kelimeler öylesine yerleşmiş ki cümlelere ne telaffuzu zorlamış, ne de anlamı; Cuk oturmuş! Belli ki o zamanlar gündelik dil daha zengin daha yaratıcıymış; Deyimleriyle, argolarıyla… Nasıl ki sokaklar ‘Özsu’ öyküsündeki Hayriye’nin can getirdiği sokak gibi rengarenk çiçeklerle doluysa, tıpkı öyle, dopdoluymuş sokaktaki dil. Ne o çiçekler, ne kumaşlar, ne ‘argo’lar, ne deyimler… Ah, geçmişi ne çabuk özlemeye başladık! Diyor ki Meriç: “Biz çocukken yaşamayı amma da çok severdik.” Çok severdik, sevmez olur muyuz? Ama… “Yazık oldu. Hayatı bu kadar anlamamalıydık.” (N. M. Bozbulanık) Bir başka yazı tam da buna değinmiş; “Meriç, yaşamı savunur. Öykü yazarıdır, öyle bellemişiz ama biraz okudun mu dalar gidersiniz. Bu öyküde kaç şiir saklı diye sorarsınız kendinize.” (Sennur Sezer, Radikal Kitap, 22.02.2008) Hayatı seven birinin satırlarını okumak, sizin de hayatı sevmenizin en kestirme yoludur. Aşık bir kadının satırlarını okumak… “Hiç ummadığım bir gece sevdiğim adam çıkagelir. Umduğum geceler neden gelmez bilmem. Bu hep böyle olur. Ummadığım geceler, beni yıkanmış yüzüm, ev entarim, kanaryam ve gazetemle bulunca ne düşünür bilmem.” (N. M. Açar da Tutku Gülleri Açar)

*

“Bozbulanık, Dost Yayınları’ndan çıkmış. Kapak resmi Fikret Otyam’ınmış. Bana öyle geliyor ki arka kapak yazısını da işte uzun yıllar önce Nezihe Meriç kendisi yazmıştı. (Arka kapak yazılarını çoğu kez kendimiz yazarız.) ‘Bir dolu noksanına karşı iyi öykücü olduğuna inanır, gezer… Öykülerini çok sever… Bozbulanık’ın kısa zamanda ikinci baskı yapmasına sevinmektedir.’ “ (Selim İleri, Nezihe Meriç: Biricik Usta, Zaman, 5 Eylül 2009) Meriç 18 Ağustos 2009’da vefat edince yazılmış bu yazı.

Meğer yanı başımdan koskoca bir yazar göçüp gitmiş. Nezim’in sokaklarını, insanlarını; dilini özlemek, tozlu raflardan düştü nasibime. Keşke YKY kitabı orijinal kapağıyla yayımlasaymış. Bunca özlemin üstüne ne iyi gelirdi!

*

“Böylece yüz altmış lira maaşı, parmağında eflatun taşlı yüzüğü, yakasında yıldız çiçeği, ela gözlerinde engin engin düşünceleriyle kürsüde bir genç kız oturuyor. Öğretmen…” (N. M. Öğretmen)

*Orhan Pamuk, Yeni Hayat


PATA KÜTE – Eylül 2010

    

    ASKER
Bütün binaları yıkılıp dökülmüş sokakların birinde parmak uçlarında yürüyen, el ele zincirlenmiş üç gölge bir tuğla yığınına sokulup çömeldi. Seman soluk verir gibi sessizce “Orada mı?” diye sordu. Ablası Ferahna: “Büyük ağacın arkasına saklanmış! Bakmıyor.” dedi. Bunun üzerine Evna saymaya başladı: “Bir… İki… Üç!” der demez birbirleriyle yarışır gibi koşmaya başladılar.  Seman kurumuş ağzı, büyümüş gözleriyle düşmanın arkalarında olduğunu haber verince Evna dönüp üç el ateş etti: “Tak! Tak! Tak!” Koştular, koştular, son bir atakla bahçe kapısından içeriye atıldılar ve kapattıkları kapıya sımsıkı dayandılar. Dilleri dışarıda, bir çöküp bir kabaran göğüsleriyle yavru köpeklere benziyorlardı. Kurtulmuşlardı, birbirlerine bakıyorlar, gülüşüyorlardı. Fakat tuhaf bir şey vardı ve bunu Seman fark etti. Yerden bir taş alıp kapıyı araladı. Var gücüyle elindeki tere bulanmış taşı fırlattı hedefine. Şimdi, zafer gerçekten de onlarındı. Çünkü asker ölmüştü.

Doğduklarından beri görmeye alışık oldukları sahnelerin, ana babalarından nine dedelerinden dinledikleri kanlı savaşın acılı hikâyelerinin başkahramanıydı asker. Bir gün kendilerinin de benzer bir hikâyenin içinde olacaklarını ve bundan kaçmayı; yok etmeyi öğrenmeleri gerektiğini sezdiklerinden her defasında bu küçük savaşlarını kazanıyorlar; yaşamaya, gülmeye ve askeri oynamaya devam ediyorlardı.

Bildikleri tek oyun asker değildi elbet. Mesela şimdi Evna, Ferahna’yı ebeledi, o da Seman’ı… Evnaların evinin kurumuş süpürge otlarıyla dolu bahçesinde koşuşmaya başladılar. Evna’nın annesi de babası da ölmüştü. Babası kaybolmadan önce ona, bir gün öldürülmek için şimdilik yaşamasına izin verilen ve buna direnen her direnişçiye yapılan şeyler yapıldı; evi arandı, yağmalanır gibi. Sonra bir cinayet prova ediliyormuş gibi dövüldü. Ve sonra kayboldu: Avcının avlamaya çalıştığı kuşlar gibi ya silah sesinden ürküp saklanmıştı bir kuytuya ya da cesedi toprağa düşmüştü çoktan. Evna’nın amcası Salim sorup soruşturdu, toplu mezarlarda ismini aradı babasının, ulaşabildiği direnişçilerle haber saldı, hapishanelere baktı, ama hiçbir izine rastlayamadı.

Pek ümitli değillerdi artık, ama bir gün güvenlik güçlerinin, amcası Salim’i ceset tespiti için götüreceklerini de ummuyorlardı. Evna, amcasının da geri döneceğinden şüpheliydi, Erkeklerin kaybolması çok sıradan geliyordu bu şehrin kadınlarına. Babasının cesedini vermemişlerdi amcasına, çok uzakta bir yere tüm suçlu ölülerle birlikte gömmüşlerdi. Mezarını dahi göremediler.

Annesi ise bir gün gittiği halk pazarında patlayan bombanın aldığı canlardan biriydi. Bundan sonra ailesinin yaşayan tek üyesi Evna; amcası Salim, onun çocukları Ferahna ve Seman’ın yanında kalmaya başladı. Asker oyununu da onlar öğretmişti Evna’ya; on bir yaşındaki Ferahna ve sekiz yaşındaki Seman. İlk zamanlar basit bir saklambaç oyunuydu asker. Zamanla büyüdü ve en eğlendikleri oyun haline geldi.

Bazen oyunun daha heyecanlı ve gerçek bir havaya büründüğü de oluyordu. Bir gün askerler arabalarıyla gelmişlerdi sokaklarına. Kıyafetleri ve arabaları aynı renkteydi. Seman korkuyordu, ateş etmek istiyordu, ama ablaları engelliyordu onu. Sokak kuşatılana dek Salim Baba içeri almıştı onları. Yere yattılar. Biraz sonra hedefi tam olarak belli olmayan kurşunlar yağmaya başladı. Deliyordu duvarları, kapıları. Camlar parçalanıyordu. Yara almayan bir ev kalmayıncaya kadar devam etti bu. Sonra evlere girmeye başlamışlardı arama yapmak için. Harabeye dönmüş evlerinde daha ne bulmayı umduklarını düşünüyordu herkes. Ne istiyorlardı? Bir keresinde de Evnaların evini aramışlardı ve Tagrid Batma’nın büyükçe bir fotoğrafını bulunca Evna’nın babasını dövmüşlerdi öldüresiye.

O küçük kuşatmanın gecesinde tüm eşyalarını topladılar. Sabaha karşı yola çıktılar ve Evna’nın bir zamanlar hayatta olan annesi ve babasıyla mutlu günler yaşadığı eve işte böyle geldiler. Özlem, burada herkes için dayanılmaz hale gelmişti. Salim Baba kardeşini bir zamanlar onun dokunduğu eşyalara dokundukça daha fazla anımsar olmuştu. Ferahna ve Seman yabancı bir evdeydiler ve rahmetli annelerini terk etmiş gibi bir suçluluk hissiyle doluydular. Evna, bir zamanlar güzel yemeklerin piştiği mutfakta yiyecek bir şeyler hazırlamaya çalışırken, rengarenk çiçeklerin yetiştiği bahçenin şimdi çatlamış toprağı üzerinde dolanırken ve zamanın dayatmasıyla büyümeye devam ederken ailesinin bir daha olmayacağı gerçeğini bir daha görüyordu. Ama gözlerini kapattığında hala babasını boynundan yakalamış, annesinin gülücüklerini ve kokusunu duyan küçük ve mutlu bir kız oluyordu.

Tıpkı şimdi olduğu gibi... İki kız ve bir oğlan, bahçedeki kilimlerin üzerine uzanmış, bir şeylerin özlemini tadıyorlar, çok koşmuş, yorgun soluklarını akşam kızıllığına bırakıyorlardı. Oyunun hemen ardından yatağa girince tuhaf sıçrayışlarla içi geçen her çocuk gibi uyuyakaldılar. Hava kararmıştı. Böceklerin; yaz çığırtkanlarının sesleri çalınıyordu kulaklara.

Gökyüzünde aniden beliren tuhaf bir aydınlık çocukların yüzüne düştü, uyandılar. Seman sevinçle: “Yıldızlar geldi!” diye haykırdı. Gökyüzünden yıldız yağıyordu adeta. “Yıldız kayıyor, dilek tutalım.” dedi Ferahna, Seman biraz daha yakına gelmelerini diledi. Gökyüzü şahane bir gösteri sunuyordu bu akşam.  Yıldızlar hızla yaklaşıyor, yağdığı yeri yakıp yıkıyordu.  Çocuklar bunu görüyorlardı fakat korkmuyorlardı.
“Yıldızların sesi olur mu?” diye sordu Seman. “Olmaz.” dedi Evna, ama gitgide yükselen sesleri duymazdan gelemiyordu artık. Çok uzaklarda bomba seslerine karışan acı çığlıklar, insanın enkaza dönmüş bir şehri tahayyül etmesine yardım ediyordu.
“Askerler!” dedi Seman ve kimsenin yakalayamayacağı bir hızla fırladı yerinden, bahçe kapısından dışarı baktı. “Oradalar!” diye seslendiği ablaları da yanına gelmişlerdi. Seman dışarı çıkıp meydan okurcasına dikilirken yolun ortasına ve üç el ateş ederken elleriyle, ağzıyla: “Tak! Tak! Tak!” diye, gerçek bir silah sesi duyuldu. Ağaçlar yapraklarını dökmediler o anda, şiddetli bir rüzgar esmedi, saçları havalanmadı kızların…
Sokakların neyi varsa oydu anlattığı. Ayak ve parmak izlerinden, kan lekelerinden, solmuş çiçeklerinden, kaldırımlarından, taşlarından dökülen kelimeler tarih olup serilirdi önümüze.
Sokağın ortasında doluksamış kocaman iki bakış, yutulmamış iki haykırış ve kanlar içinde yere düşmüş sekiz yaşındaki Seman kaldı. Oyuna en çok heyecan katan yine Seman olmuştu. 

PATA KÜTE - Kasım 2009



SAVAŞ VE TECAVÜZ
Tank, tüfek, silah, ölü, mezar, düşman, toprak…
Sert sessiz harflerle donatılmış savaşın acımasız bütünlüğünü tamamlayan en önemli kelimedir erkek.
Merhametin olmadığı bu dengesiz dengenin düzensizliğine az çok çekidüzen vermek isteyen kadın; korunması gereken kırılgan bir eşyadır ki bu hengâmenin ortasında kaç insan ölmüştür, kaç kadın kırılmıştır, bilmek isteriz.

Savaş… Üst üste yığılmış bedenlerin kurumuş yaraları birbirine yapıştığında, kirli kanla temiz kan harmanlanır bir mezarda… Savaş alanında…

Tecavüz… Bir kadına tecavüz… Bir erkeğin oyunu… Bir kadının hayatı iğfal edildiğinde kan ve ter karışır birbirine, bir kadının çukurunda; kan ter içinde.

Ve savaş; tecavüze benzer: Kadın işgal edilir, fethedilir,  talan edilir, yakılır (?)  Ve… Bir ülke iğfal edilir; isteksiz. Kimliksiz çocuklara sorulan tüm soruların cevabıdır; SAVAŞ: Doğum tarihi? Ana adı? Baba adı? Doğum yeri? Onlar; vurulmuş vicdanları, sakat merhametleriyle olabildiğince çok severler dünyayı ve öğrenirler ki bir kardeşliktir savaşmak (!)

Erkeklerin icat ettiği bu ölmek-öldürmek oyununda da üzülen yine kadındır. Erkeklere düşen görev; ölmektir en fazla. Oysa üzülmek; nefes alırken ölmeme becerisidir; ölüye yaralıya kalmışa gitmişe göçmüşe yitmişe yas tutarken ölebilme becerisidir.

Erkeğin kadim düşmanı; hedefleri uğrunda her yolu deneyerek düşmanının karşısına çıkabilecek kadar güçlüyken, zayıf bileklerinden tutulup tersyüz edilebilecek kadar da güçsüzdür: KADIN. Aşkta nasılsa savaşta da öyledir işte… Bu yüzden aşkta da vardır bir düşmanlık. Erkeklerin, âşık bir kadın karşısındaki şaşkınlık ve çaresizliklerini ters dönmüş bir kaplumbağaya benzetir İnci Aral.

Yine de mubahtır savaş; ders alınsın diye gözü önünde yapılır tüm dünyanın. Oysa insanlar dört duvar arasında birbirlerini severlerken yaşamın biricik kaynağı güneşe bile görünmemek için perdeler çekerler. Çünkü bir bedeni sevmekte değil, öldürmektedir marifet. Hele bir de o beden bir kadına aitse; savaş da mubah olur tecavüz de…

PATA KÜTE - Kasım 2007








UNUTULMAZ İYİ

Durduk yere neden bu “okul” denen yere her gün gitmeye başladığımı sorguladım mı o yıllarda bilmiyorum. Belki de her zaman can atarak gittiğimdendir. Her gün birbirimize saatlerimizi harcadığımız ‘o adam’ ve biz çocuklar, seviyorduk orada olmayı. Çok küçüktük, her şeyi sevecek kadar, her şeyden korkacak kadar küçüktük. Ama biz korkmadık ‘o adam’dan…

O güldüğünde gülesim yoksa bile gülerdim, her şeyi taklit eden küçük çocuklar gibi. Yan gözle de onu izlerdim; gururlanırdım, nedense. Aynı şey baba-kız gezerken de olurdu: Ola ki onun bir arkadaşına, tanıdığına denk geldik; yan gözle arkadaşıyla konuşan babamı seyreder, o gülerse güler, gururlanırdım… Tuhaftı işte.
***
Baba gibi bir adamdı. Küçücük, zayıf yirmi sekiz çift kolun hiçbirinin tam saramadığı göbeklice bir babaydı. Ama hepimiz sarılırdık sıkıca, yettiğimiz kadar.

Elmadağ’ın karla kaplı yollarında yürümeye çalışarak, hele ki ben, sınıfın en ufağı, bacaklarımın yarısını geçen derin kar örtüsünü yenmekte çok zorlanarak, okula vardığımızda, baba-adam, öğretmenimiz sobayı yakmış olurdu. Sıraları sobanın etrafına çeker, ısınmaya çalışırdık. Ana gibi sıcak bir soba, baba gibi kucaklayan bir öğretmen… Derslerle en kuvvetli bağımız öğretmenimize olan bu aşkımızdı.

Okul zamanına nadiren denk gelen sıcak havalarda beslenme saatini bahçede yapardık, o, o zamanlarda da yanımızda olurdu. “Durun! Yapmayın! Etmeyin!” yoktu, tüm enerjimiz tükeninceye kadar koşmamıza izin vardı.

Hafif uzun, aklaşmış saçarını geriye tarardı, çok yakışıklıydı. Kurşuni, uzun, gür bıyıkları üst dudağını örterdi. Yıllar sonra onu gördüğümde bıyıkları yoktu. Acaba hiç olmamış mıydı diye düşünmüştüm. Hafızamdaki görüntülerde hem var gibiydi bıyıkları hem de yok gibiydi. Onunla bir tek fotoğrafımız olsaydı, bakar doğrusunu anlatırdım belki. Yine de düşündüğümde her zaman bıyıklıymış gibi geliyor bana.

Sıkıldığımızda bağlamasını alır, İzmirin Kavakları’nı, Odam Kireç Tutmuyor’u, Benim Yârim Karşıki Dağda Cenderme’yi çalar, söylerdi bize. Sesi de öyle güzeldi ki… Konuşması çok düzgündü, ama yaramaz öğrencilere kızarken Elmadağ şivesiyle konuşurdu. O zaman gerçekten kızdığını anlardım. Hoşuma gider, yine gülesim gelirdi…

İlkokul öğretmenim Osman Tezcan’ın emekli olmadan önce mezun ettiği son öğrencileriydik biz. İyi ki de diyorum şimdi, biz son öğrencileriymişiz. Bizden sonrakiler olsaydı kıskanabilirdim…

Bıyıklarını bile hatırlayamadığım bu adamı, bir kare fotoğrafımızın bile olmadığı bu adamları, kadınları neydi bize unutturmayan? Eğitim hayatım boyunca, tam on altı yıl, beni bu kadar etkileyen başka bir öğretmen olmuş muydu? Tabii ki iz bırakanlar vardı, haksızlık da edemem, ama onun izi diğer öğretmenleriminkinden hatta her şeyden farklıdır.
***
Sonra ben de öğretmen oldum. Günümün çoğu çocuklarla geçiyordu. Okulda harcadığım zamanı hayatımdan bir parça gibi görmüyordum. Benim için gün, okul bittikten sonra başlıyordu. İlk zamanlar bu mesleğin bana göre olmadığını düşündüm. Çocuklar da ben de biran önce dersi bitirip gitmek istiyorduk. Bir zaman sonra bu işi yapamayacağımı anladım. Ama sonra Osman öğretmenim aklıma geldi. Neden ‘biz’ o ilişkiyi yakalayamıyorduk? Neden çocuklar benden kaçıyor, ben de çocuklardan kaçıyordum? Ne demek, dedim, hata ben de mi şimdi? Yok dedim, bende olamaz.
Ama dedim sonra… Ama…

Derslerde kendimi eğlendirdim de çocuklar eğlenmedi mi?
Hep birlikte bahçeye çıktık, oyunlar oynadık da…
Çocukların esprilerine güldüm, onlara şakalar yaptım…
Anlattığımı anlamadıklarında başka, hatta, bambaşka bir yol denedim de…
Etrafıma toplayıp çocukları bağlama çalıp türküler şarkılar söyledik de hep birlikte…
Yine de…
Yine de sıkıldılar mı benden, yine de çileden mi çıktım ben?
Yine de okulu sevmediler mi? Yine de okula iştahsız mı geldiler?
Ben onlara saygı duydum da yine de onlar bana saygısızlık mı etti?
Ben kendimi sıradan bir memur olarak görmedim de birlikte iyi vakit geçiremedik mi yine de?
Teneffüs aralarında koştur koştur öğretmenler odasında almadım da soluğumu, onlar benden köşe bucak kaçtılar mı yine de…

Hatalarıma meslek hayatım boyunca sürekli bakmayacak olursam, çocukların istediklerine kulak vermeyecek olursam, bu listenin dahi işe yaramayacağını düşündüm. Bu listeyi sürekli yenileyebilmek için hata yapabileceğimi kabul etmiş olmam gerekiyordu ilk adımda. Çocuklar bize hatayı yakıştıramıyorlar, hata yaptığımızı düşünmüyorlar, ama bizden uzaklaşıyorlar.

Bu mesleğe devam edeceğim dedim, ama yaptığım hataları, yapmam gerekenleri bu listeyle sınırlı tutamazdım. Bir sınıfı idare edecek kadar eğitim aldık hepimiz fakat eğitim fakültelerinin donanımlı, çok yönlü öğretmen yetiştirmediği bir gerçek. Yabancı dili kötü, bilgisayarı adam akıllı kullanamayan, bir müzik aleti çalamayan, sanatsal yönü zayıf, evrensel kültürü bırakalım, ulusal, hatta yöresel kültürlere sıkışıp kalmış öğretmenler olduk hepimiz. Kendimizi donatmıyoruz, bizim gibi sokak oyunlarıyla değil bilgisayar oyunlarıyla yetişen, okullarda öğrendiğimiz marşlar yerine rap müzikler dinleyen çocukları anlayamıyoruz.

Osman öğretmenime, bizi anlamış, çocukları anlayabilen öğretmenlerimize sevgimle…

PATA KÜTE - NİSAN 2010







PATLANGAÇ
Arabaların hiç geçmediği yollarda büyük büyük, sıra sıra kareler çizerdik. Tek ayak çift ayak… En sevdiğimiz taşı, “uğurlu” taşımızı sürüklerdik o karelerden, seksek oynardık.

Pazardan aldığımız çamaşır iplerinin uçlarını birbirine bağlar dolardık belimize, atlardık üzerinden:
Biiiiir-iki-üçdörtbeş-altıyedisekiz dokuz-on! Bir nefeste zıplardık. En sevdiğim oyundu “çinçan”. Bu oyunun kurallarını tarif edecek kelime yoktu Türkçede. Zaten o zamanların oyunlarını yaşamadan öğrenemezdiniz.

Küçükken oyun oynamışsanız, geçmiş, her zaman özlenen bir şeydir. Bu dünyadaki şanslı olabilecek son nesildenim ben. Çocukluğunu özleyemeyecek bir nesilden bir öncesiyiz biz. Neslin “jenerasyon” olmasından bir önce…
***
Taşlar vardı sokaklarda. Plastik toplar vardı. Bisikletler vardı. İpler vardı. Doyamazdık oynamaya.
Çift ipin nasıl atlanacağını bilir bizim nesil. İpler birbirine zıt yönde ya da birbirine doğru döner. Atlaması çok zordur. Ama biz yapabilirdik.
Çok koşuyorduk; yorulmuyorduk. Hiperaktif de değildik üstelik. Yere düşüp ellerini kanatan bir çocuğa hiçbir zaman yasaklanmadı akşam ezanına kadar sokakta oynamak. Çünkü iyileşebiliyorduk.

Biz sonradan hastalandık, hala şansı olan son nesil…
***
Bazen pikniğe gitmek istiyorum. Koşmak zıplamak, dallarda sallanmak istiyorum. Heidi’yi özlüyorum, ama çocuklardan utanıyorum. Onlar masa başında ömür geçirmeye alıştılar bile. Kalabalıklar içinde uslu olmaya. Çocukluk, sokaktan bilgisayar ekranının karşısına taşındığından beri utanıyorum çünkü sanal-sosyal dünyanın efendisi bir çocuğun, su kenarındaki küçük bir yeşillikte hoplayıp zıplayan bir yetişkini pek hoş karşılamayacağını biliyorum.

Daralıyorum, bunalıyorum, özlüyorum ve ayağımın değmediği yerlerde gezinmekten sıkılıyorum.
Sonra…
Dikdörtgen bir kağıdı alıyorum. Katlıyorum. Büküyorum. Eviriyorum. Çeviriyorum. Ve patlatıyorum patlangacımı.
Şraak! Patlatıyorum, piknikte beyaz ekmek arasında mangalda közlenmiş eti tıka basa doyana kadar yer gibi.
Patlatıyorum, çift ipe takılmadan yirmi kez zıplayıp kenara kaçar gibi.
Oynamadığı halde bilye biriktiren, okulun futbol takımında defansta rakibi, çelme takarak durduran bir kız çocuğunun var gücüyle şaklatıyorum sevimli çocukluk kahramanını özleyen bir neslin oyuncağını; patlangacımı.


PATA KÜTE - Temmuz 2010