yazarlar-çizerler-çekerler

Patlagaç arama kutusu

3 Temmuz 2011 Pazar

MUKADDES (PATIRTI)

Taksim’den Beşiktaş’a yürürken söylemişti bunu. Bu, iki aydır düşündüğüm cümleyi. O sırada ben, bir şeylere katlanıyormuşum gibi hissediyordum. Birileri bana merhametsizce eziyet ederken gözlerim sıkı sıkı kapalı, ellerim kulaklarımda, dişlerim birbirine kenetlenmiş vaziyette yalnızca bu acı günlerin sona ermesini bekliyormuşum gibi. Üstelik sözünü ettiğim zalimler, “en sevdiğim”i öldürmüşlerdi sanki. Benimse ölmeye bile hakkım yoktu. Bu acıyı hissederek yaşamalıydım.

***

İskeleye doğru ağır ağır yürüyorduk. Maça gidenlerin telaşının arasında inatla yavaş kalıyorduk. Ve sakin. Etrafımdaki her şey bana bir şeyler işaret ediyordu sanki. Yanımdan geçerken gözlerine baktığım insanlar, yokuş aşağı inerkenki o muğlaklığımız, gökteki koyu mavi gri arası renk… Ancak, ne denildiğini, nereye bakmam ve neyi görmem gerektiğini anlayamıyordum bir türlü. Kendi yüzümdeki hüznü bir türlü hayra yoramıyordum.

***

Haydarpaşa manzarasını izlemek niyetiyle gittiğim, lakin yapılmakta olan yeraltı treni inşaatından iş makineleri yüzünden denizi bile göremediğim terasta oturmaktayım şu an. Benim bulunduğum masa dışında üç masa daha dolu. İkisinde genç çiftler “manzara”nın “tadına varıyorlar” hemen yanımda olan diğerinde ise iki ihtiyar muhabbet ediyorlar. Şehrin ışıkları yanmış, öte yandan kendi kendine de yetiyor. Güneşin son çırpınmaları yardımıyla deniz, iyi rolü yapan bir vampiri andırıyor. O gedik gülüşünün ardından, sivriltmeye başlamış parıldayan dişlerini. İstanbul’da, hele de bu kadar yakınken onlara, martılardan bahsetmezsem olur mu? Buralara kadar gelip de kendini var edememiş, İstanbul’a bir türlü kendini sevdirememiş bizlere homurdanarak uçuşuyorlar.

Mango aromalı çayımdan bir yudum alıyorum - aromalı çayı küçük bir demlikte getiriyorlar ve iki tam fincan çay çıkıyor. Hesaplarıma göre iki aromasız çay fincanına ödediğim paradan daha az para ödeyerek daha fazla kalabiliyorum burada- ve yazmaya devam ediyorum. Çirkinleşen yazıma aldırış etmeden yazıyorum. Aklıma ne gelirse yazıyorum. Bir olayı anlatırken arada bir yerlere “Siyah çantalı kadının ayakkabıları ne kadar güzelmiş” Ya da “yan masadakiler bu kadar neye gülüyorlar?” gibi cümleler atıveriyorum. Aynen konuşma anında ağzımızdan dökülen özensiz kelimeler misali. Aslında tam da kendimle sohbet ediyorum şu an.

Taksim’den Beşiktaş’a yürüdüğümüz günden beri düşündüğüm cümle hakkında yazıyorum. Soruyorum. “Ne zaman?” diyorum. “Yakında mı?” “Yarın mı?”

Ev sahipliği ettiğini anladığım, ihtiyar misafirine soruyor: “Mukaddes ne zaman gelecek?” Bilmiyorum, diyorum. Ben de Mukaddes’i bekliyorum. Buraya sık sık gelerek, tek başıma dört kişilik bir masayı işgal ediyorum. Mango aromalı –sipariş ederken söylemekte zorluk çekiyorum.- çay söyleyip yalnızlık çekiyorum. Ayrıca her sabah uyandığımda yorgunluktan başka bir şey hissetmiyorum. Mutsuzum.

İhtiyar misafir ciddi bir ses tonuyla, bak ilk defa senden ciddi ciddi bir şey rica edeceğim, diyor. İkisi de Mukaddes’i çoktan unutmuş görünüyorlar.

Bardağımdan son yudumumu alıp hasır sandalyenin arkasına yaslıyorum sırtımı. Birazdan buradan gitmek zorunda kalacağım ve şimdiden neresi olacağına karar vermeliyim.

***.

İskeleye yaklaştığımız bir yerde “İstanbul’u anlamlandırmalısın.” demişti uzun boylu arkadaşım. “Bekle, bir sevgiliyi bekler gibi bıkmadan bekle. Bir kadını bekler gibi bekle. Gün gelecek, o bütünlük duygusunu hissedeceksin. İşte o zaman İstanbul senin için anlamlı olacak.” diye de eklemişti.

***

Bundan kısa süre sonra yapboz beğenmeye çalışırken bir kadına âşık oldum. Bembeyaz boynunu omuzlarına kadar açık bırakan koyu yeşil elbisesinden görünmeyen elleriyle o sıcacık, sapsarı olmuş havanın rehavetini kırmızı yelpazesiyle dağıtmaya çalışıyordu. İncecik dudakları büzülmüş, yüzünde hınzır bir gülümseme kol geziyordu. Sanki yasak bir şey görmüş de saklar gibi. Tablo, Klimt’e aitti. Ve adı bence Mukaddes’ti. Parçalanmış bir halde bütünlüğe kavuşmayı, anlamlandırılmayı ve hayran olunmayı bekliyordu. Ellerimin arasında evirdim çevirdim. “Yaralısın, belli.” dedim. “Seni sevgimle iyileştireceğim.”

***

Saatime bakıyorum. Dibinde çay tozları kalmış fincanımı kafama dikip doluca bir yudum almış gibi yutkunarak bir yere geç kalıyormuşçasına hızlı hızlı toplanıyorum. Hesabı ödedikten sonra -5.00 tl- geldiğimden beri ne yazdığımı deli gibi merak eden garsona selam verip atılıyorum sokağa.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder