yazarlar-çizerler-çekerler

Patlagaç arama kutusu

Patak





EN SON DAKİKA!!!

Merhaba arkadaşlar, an itibariyle çarpıcı, sıra dışı, vurucu, yıkıcı, ezici, geçici (kafiyeli oldu ama geçen bir şey yok ne yazık ki) bir durumla karşı karşıyayız. Halk arasında paniğe yol açmamak için her kanalda her yayında vermiyoruz haberi, o yüzden az sonra söyleyeceklerimi google’a yazmayın çünkü bir şey bulamazsınız.
Pekala sizleri daha fazla meraklandırmadan veriyorum haberi. Dün (sanırım) gece saat 03.48’de zaman aniden durdu! Yani şöyle açıklamak gerekirse, matematiksel olarak, dünyanın geoit şeklinden dolayı!!...  Yani zaman durdu arkadaşlar, bu kadar basit, şu an saat hala 03.48. Aslında tam zaman durduğu anda tüm saatler durmuş olsaydı, olaya bir renk gelir film tadında bir şeyler yaşayabilirdik ama biliyorsunuz Duracell uzun ömürlü pildir, normal karbonlu piller sürekli çalışınca zayıflar, ama Duracell  alkalin pil dayanır dayanır dayanır… Duracell farklı pil, normal pillere benzemez kolay tükenmez. Mesela bizim mahallede tüm ayıcıklar (ayıcık: oyuncak ayı nedense) koşuya çıkıyor, bizimki hep birinci geliyor. Neden? Çünkü biz ona duracell takıyoruz, o reklamlarda gördüğünüz mutlu ayıcık bizim. Neyse konuyu dağıtmayalım.
Evet arkadaşlar, zamanın durması nedeniyle, devletin zirvesinde gizli bir kriz masası oluşturuldu. Saat 03.48’de başlayan toplantı, 03.48’de biterek gelmiş geçmiş en kısa toplantı olarak tarihe geçti. Devletin zirvesinde durum böyleyken halk zaman geçtikçe (alışkanlık işte) anormal bir şeyler olduğunu fark etmeye başladı. Örneğin zaman durduğu anda mutlu olanlar (ki gecenin o saatinde epey mutlu insan vardır) hala mutlu oldukları için bir hayli tedirginler. Mutsuz olanlar ise sorunları, dertleri zamana bırakamadıkları için ne yapacaklarını bilemiyorlar. Elit tayfa arasında ise, zamanın artık her şeyin ilacı olmadığı tartışılıyor, aydın kesim  ‘zamanla her şey hallolur’un ‘zamanla hiçbir şey hallolmaz’la yer değiştirmesi gerektiği öneriyor ve gelenekçi kesim buna şiddetle karşı çıkıyor, nitekim tartışmalar hızla devam etmekte. Kalabalıklar arasından (otobüsler, metrolar, mağazalar vs) memnuniyetsiz uğultular yükselmeye başladı, insanlar devletin şimdiye dek bir açıklama yapmamış olmasında şikayetçi. Bu arada ‘şimdi’ kelimesi anlamını yitirmiş durumda, seni hiç unutmayacağız ‘şimdi’, hoşça kal. Unutmayacağız demişken, zaman geçmediğine göre yaşanan kötü olaylar da unutulmayacak haliyle. Bu kötü oldu işte ya, daha dün 03.48’de (!!) unutulacaklar listesi yapmıştım, senide listenin başına yazmıştım, ama olmadı yar, seni unutamıyorum!!! Bence İsmail YK’dan daha iyi yazdım. O değilde unutulacaklar için hatırlatma listesi yapmış olmam beni düşüncelere gark etmedi değil. Aaa! Bunun içinde güzel bir beste yapılabilir; seni unutmak çok kolay, hatırlat bir ara unutayım, bence bu küçük bir olay, hemen yenilerine kırıtayım!!! Valla bence nefis oldu, Demet Akalın söyler bunu bence. Hemen konumuza dönüyorum.
Zamanın durması birçok soru işaretini beraberinde getirse de bazı güzel olaylara da gebe gibi görünüyor arkadaşlar, örneğin artık hiç kimse yaşlanmayacak ve güzelliğiyle adeta yıllara meydan okuyan ünlü sayımızda ciddi bir artış görülecek. Ödenmesi gereken taksitlerin günleri hiçbir zaman gelmeyecek ve kredi kartıyla sınırsız alış veriş yapılabilecek. Artık randevulara geç kalmak veya erken gitmek söz konusu olmayacağından, kadınlar saçlarını istedikleri kadar düzleştirebilecek. Tüm bunların yanı sıra, zaman 03.48’de durduğu için artık bütün haberler “son dakika haberi” olacak ve hepsi aynı dakikaya ait olup, aynı dakika içerisinde de basına yansıyacağından halk her şeyden anında haberdar olacak. Evet arkadaşlar bir dahaki “en son dakika haberi” bülteninde görüşmek ümidiyle, haberin merkezinde kalın, bizi izleyin haberiniz olsun, gerçek ve tarafsız haber için bizi izleyin… 



PATAK - ŞUBAT 2012


--------------------------------------------------------
BEYZBOL (PATAK)


Islattım saçlarımı, başka türlü dolaşıklar açılmıyor. Taradım bir güzel ve her zamanki saatte parkın yolunu tuttum. 

Dünya'nın merkezinden epey uzakta olan şehrimizin merkezinden bile uzakta olan mahallemizin tek ve değerli parkı, yine cıvıl cıvıl görünüyordu. Salıncaklar ve dönme dolap hareketliydi. Yaklaşınca gördüm, evet ordadaydı; Burak. Üzerinde 'sport' yazan şapkası, kareli kaprisi, civcivli tişörtü ile dikkat çeken tek çocuk oydu. İlk okul yıllarımızdı, zaten yetişkinlik dönemimde bu tipten etkilenmem olanaksızdır. 

O da beni farketti ve gülümseyerek yanıma geldi; "Günaydın, nasılsın?" dedi. Daha önceleri hiçbir arkadaşım bana 'nasılsın?' diye sormamıştı. Burak televizyondan fırlamış gibi konuşuyordu. Onunla tanışalı on beş yirmi gün oluyordu. Biz oyun oynamaz sohbet ederdik, o olgun bir erkekti, doğrusu bir kadına nasıl davranması gerektiğini biliyordu. Bana bilmediğim şeylerden bahsediyor, ufkumu açıyordu. İzmir'de yaşıyorlarmış, buraya yaz tatili için gelmişler. Burak'ın en büyük tutkusu ise 'beyzbol' oynamakmış, bazen bana beyzbol oynarken dikkat etmem gereken noktaları anlatırdı. Gerçi bu bilgileri değerlendirebileceğim fırsatım hiç olmadı. 

Okulların açılmasına az bir zaman kala, içimde bir hüzünle şimdiden seneyeki yaz tatilinin hayalini kuruyordum. Ve ayrılık günü geldiğinde, hayatımda ki ilk tokalaşmada gerçekleşmiş oldu. Burak elimi sıktı, 'hoşça kal, seneye görüşürüz' dedi ve gitti. "Gidene dur diyemem, giden gider zaten" dizelerini Doğuş o zamanlar seslendirseydi, hislerime tercüman olabilirdi. 

Günler geçerken sevgili babam, ablam ve beni evimizden biraz uzakta, servisle gidip gelebileceğimiz bir okula nakil aldıracağını söyledi, eğitim şartları daha iyi olan bir okula. O zamanlar eğitim şartlarının daha iyi olmasını, derslerin daha uzun süreceği şeklinde algılamıştım, hoşlanmamıştım ama mecburen kabul ettim.

Okulun ilk günü, tören başlamadan gitmiştik, babam bize okulu gezdiriyordu. Çok güzel ve farklı bir okuldu, hatta şu ana dek gördüğüm en farklı okuldu diyebilirim. Bir taraftan dolaşıyoruz, bir taraftan da babam öğütler veriyordu; 'dersi derste dinleyin, ders esnasında sıra arkadaşınızla küsün, soru sorarsa cevap vermeyin, bana okumuyorsunuz kendinize okuyorsunuz, sizin hedefleriniz var, beklenen gün gelecekse çekilen çile kutsaldır, iyi bir eğitim almanız için elimden geleni yaparım, ama bilgileri beyninizi ikiye ayırıp içine sokamam, bu sizin göreviniz.' Ürkerek dinliyoruz tabi, herşey tamam da derste arkadaşıma niye küsüyorum baba, allah aşkına saçmalama diyemedik tabi. Daha sonra sınıf seçmeye geldi sıra, babam bana; "erkek öğretmen mi istiyorsun, bayan öğretmen mi?" diye sordu. O zamanlar bayan öğretmenlerin çok dayak attığı gibi bir söylenti dolanırdı, bende cevabımı bilgece bildirdim; "kadın öğretmen beni döver, erkek öğretmen istiyorum."  İşin garibi babam tek yorum yapmadan kabul etti, kızım salak mısın ne alakası var gibi bir şey demedi. Detaylarıda hallettikten sonra tören için sıraya girdim.

Bütün yüzler yabancıydı, hızla tarıyordum, adeta tanıdık bir yüz aracasına. Aaa! O da ne? Burak... Evet ta kendisiydi. Derken o da beni farketti, farketmesiyle kırmızı biber gibi acı acı kızarması bir oldu ve aniden gözden kayboldu. İzmir'de yaşamadıklarını, beyzbol falan oynamadığını, yalan söylediğini öğrenmem uzun sürmedi. Onun korkulu rüyası olmuştum, her karşılaşmamızda hızla kaçıyordu, hiçbir zaman konuşmadık. Geçenlerde yıllar sonra otobüste karşılaştık kendisiyle, beni tanıdı ve aynı şekilde acı acı kızardı, hemen kafasını çevirdi.

Sevgili Burak; eğer bu yazıyı okuma şansın varsa bir gün, şunu bilmeni isterim ki; Önemli değil! Zaten İzmir'den bizim oraya tatile gelmiş olmanız çok saçma olurdu. Kendine iyi bak, olur öyle, öptüm bay bay.

PATAK - EYLÜL 2011

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------


LAKTOZ (PATAK)

Bu sabah uyandığımda karnım ağrıyordu. Küçüklüğümden beri ara sıra olur böyle. Ne doktorlara götürdüler annemle babam, anlatamam. Geceleri çığlıklar atarak uyanırdım, babam apar topar hastaneye götürürdü. Birkaç tahlil yapılırdı ve hiçbir şey çıkmazdı. İsmini şimdi hatırlamıyorum, kabı sarı renkte olan bir ilacım vardı, onu alınca geçerdi ya da bana öyle gelirdi. İsmini ezberleyemedim hiç, bu yüzden ben ona “sarı hapım” derdim. Hadi ben çocuğum, bu durum normal karşılanabilir de annem o ilaca, “Patak’ın sarı hapı” derdi. On, on bir yaşlarına kadar kullandım o hapı.

Küçükken süt içmekten nefret ederdim. Bebekliğimde anne sütü bile almamışım. Şimdi yirmi yaşındayım hala süt içemiyorum. Tamam! Yirmi iki yaşındayım hala süt içemiyorum. Ablam ve kardeşim kendi rızalarıyla bardak bardak süt içerken, ben babamın baskısı altında iki yudum sütü içemezdim. Gözlerim dolar, soluğu tuvalette alırdım.

Süt içmekle karın ağrım arasındaki bağlantıyı fark etmem çok uzun sürmedi. Fakat süt tartışılmaz en yararlı besin olduğunu için ebeveynime bu durum inandırıcı gelmedi, ancak ağrılarım karşısında endişe duyuyorlar bir an önce çaresinin bulunmasını istiyorlardı. Devlet hastanelerinden umudunu kesen babam, beni özel bir hastaneye götürmeye karar verdi. Oraya çok para vereceğimizden kesin neyim varsa bulacaklardı.

Her yerime baktılar hastanede uzay filmlerini anımsatan makinelerin içine girip çıktım. Her şey bittikten sonra, ‘Bekleyin, birkaç saat sonra sonuçlar çıkar.’ dediler. Babam beni köfte yemeye götürdü, hasta yavrusunun yüzünü güldürmek istiyordu anlaşılan. Kola bile almıştı bana. Nihayet sonuç açıklama saati geldi ve babamla doktorun odasına girdik. Hastayım ya naz yapmayı da elden bırakmıyordum. Doktor, bütün sonuçlarımın normal olduğunu, ağrımın sebebinin fizyolojik değil psikolojik olduğunu söyledi. Anlamamıştım. O zamanlar bir insanın psikolojisinin bozulması ve antidepresan ilaç kullanması şimdiki kadar moda değildi. Babam yüzüme baktı, ifadesinden ölüp ölmeyeceğimi çıkaramamıştım. Evin yolunu tuttuğumuzda babam saçlarımı okşadı, ‘hiçbir şeyin yokmuş’ dedi. Eve döndüğümüzde merakla bekleyen anneme, ‘Kızımızın bir şeyi yokmuş annesi, dikkat çekmek için kandırıyormuş bizi.’ dedi. Bunun üzerine annem bana sarılıp, ‘Niye yalan söylüyorsun kızım, bize yazık değil mi? Ne kadar üzüldük senin yüzünden.’ dedi. Orada psikolojik olarak öldüm.

O günden sonra “sarı hapım”ı almadılar. Babam süt içmem için de zorlamıyordu, yalancı bir çocuk bunu hak etmiyordu çünkü. Karnım ağrıdığı zaman annem, ‘Anneannen ovsun da geçer.’ diyordu. Anneannem ovuyordu, sahiden de geçiyordu karın ağrım, çünkü ovarken anneannemin parmakları karnımı delip sırtımdan çıkacak gibi oluyordu. Hissettiğim ağrıların acıların adını koyamıyordum o saatten sonra, çünkü çocuktum.

Yıllar geçti, artık üniversitede okumaya başlamıştım. Üniversitenin ikinci yılındaydım, “Anne Çocuk Beslenmesi” adı altında bir ders alıyordum. Uzun boylu, sarışın ve dolgun bir hatundu hocamız. Bu yüzden derse ilgim yoktu. Arka sıralarda uyuklarken hocanın o cümlesini çok net duyduğumu hatırlıyorum, ‘Laktozsuz süt üretildi arkadaşlar, artık marketlerde satılıyor. Eğer laktoza alerjisi olanlar varsa bu sütü içebilir.’ Laktoz, sütte bulunan ve sütün buharlaşmasıyla kristal halde toplanan bir disakkaritmiş. Yani süt şekeri. Laktoz, inek sütünde bulunan bir şeker türüymüş ve bağırsaklarda üretilen laktaz adlı bir enzim tarafından sindirilirmiş. Bazı kişilerde bu enzim eksikmiş (bende). Laktaz eksikliği olanlar süt içtiklerinde gaz, şişkinlik, ishal gibi sorunlar yaşarmış. Gözüm dönmüştü, hemen ayağa fırladım ve süt yüzünden neler çektiğimi anlattım hocaya. Hatun beni ne muayene etti, ne benden para aldı, ne de benim psikolojimle ilgilendi. ‘Laktozdandır, içebilirsin artık ağrımaz karnın.’ dedi.

Sonunda bilimsel olarak kanıt bulmuştum, ben yalancı değildim, ama maalesef artık psikolojim bozuk.



PATAK - ARALIK 2010


------------------------------------------------------------------------------------------------------------------


KÜRESEL ISINMA (PATAK)

Son elli yılın en sıcak havalarıydı, uzmanlar öyle diyordu. İsviçreli bilim adamlarının bile çaresiz olduğu günlerden biriydi.

Akşam saatlerinde çıktık dışarı, ablamla. Amacımız, gazete almaktı. (Yaftalanmamak için gazetenin adını vermiyorum.) Memleketimizin tepe noktasındaki gazeteciye uzaklığımız, aheste aheste yürüyerek yedi dakika, hızlı hızlı yürüyerek dört dakikalık bir mesafedir. O anki ruh halimiz, ‘Geç olsunda güç olmasın’dı.

Bir taraftan yürüyor bir taraftan da fısır fısır bir şeyler konuşuyorduk. Birden “PAAT!” diye bir ses duyduk, ‘Aayyh!’ diye irkildik. Biz patlangaç sandık fakat değilmiş. Neyse ki anlamamız uzun sürmedi ve iki üç metre ilerimizde ki elektrik direğinin tepesinden bir güvercin yere çakılıverdi. Hemen ardından iki yüz üç yüz metre gerimizdeki belediye binasından ‘Bibiiip!’ sesi duyuldu. (Memleketimizde elektrik kesildiğinde belediye binasının jeneratörü bu sesi çıkarır.) Evet, güvercini elektrik çarptı ve elektrik kesildi. Üzüldük ama yolumuza devam ettik, gazetemizi aldık. Eve dönerken de aynı güzergâhı kullandık. Güvercinin can verdiği yerde durduk. Ama ölü bedenin yerinde yalnızca tek bir tüyü vardı. Mahallenin afacanları alıp götürmüştür diye düşündük. O tüyü alıp hatıra olarak saklamaya karar verdik ve hemen oradan uzaklaştık. Üç dakika sonra evdeydik.

*
Akşam olmuştu, her şey normale dönmüş gibi görünüyordu. Kısa bir süre sonra elektrikler geldi. Biraz keyiflenmek için ablam ve küçük kardeşimle (küçüklüğü tartışılır) film izlemeye karar verdik. O anda fark ettik televizyonun üzerinde duran yaratığı: El kadardı, sarımtırak bir renkteydi ve gözleri kocamandı. Ablam; ‘Anaa! Yusufçuk bu.’ dedi. O güne kadar kızların boynundaki kolyelerden tanırdım onu. Küçük kardeşim, çığlık atmaya başladı, eline geçen her şeyi kendine siper yaptı, yetmedi ağladı ağladı… Ablam ve ben soğukkanlılığımızdan taviz vermeden; ‘Babaaa’ diye bağırdık. Babam geldi; ‘Aaa, Peygamber böceği’ dedi. (Daha sonra araştırdım bu böcekler birbirine benziyormuş ve bizim televizyonun üzerindeki Peygamber böceğiymiş.) Ama benim için fark etmezdi, bu şey babamın oğlu da olsa bir an önce buradan gitmeliydi. Peygamberle ilgili bir şey olduğu için onu öldürmeden göndermeliydik. Babam bir gazete parçasıyla onu usulca yakalayıp, pencereden dışarı bıraktı. (Bu sırada küçük kardeşim hala ağlıyordu) Ablam ve ben bu ilginç yaratıktan kurtulmamızı sağlayan gazete parçasını hatıra olarak saklamaya karar verdik.

*** 

Küçük kardeşimle biraz dalga geçtikten sonra normal hayatımıza döndük, film izleyip kola içtik… Daha sonra bir şeyler atıştırmak için mutfağa geçtik. Hava çok sıcak olduğundan pencereyi açmaya yeltendim ve bir de ne görelim! Kocaman bir karafatma pencerenin önünde öylece duruyordu. Elime bir terlik alıp onu hemen öldürdüm. Ablamla sinirlerimiz bozuldu, ne terliği ne de karafatmanın kopan ince bacaklarını saklamaya karar verdik. Hatta bu olayı hiç konuşmadık, birbirimize iyi geceler dileyip odalarımıza kapandık.

***
Dünyanın doğası bozuluyor gitgide. O gün yaşadıklarımız bunun göstergesidir. Bir şeyleri düzeltmek için geç kaldık, ama daha kötü olamaması da elimizde. Küremizi kurtarmalıyız, değil mi?


PATAK - AĞUSTOS 2011


----------------------------------------------------------------------------------------------


GÜNLÜK 2 (PATAK)


Merhaba Sevgili Günlük;

Baştan söyleyeyim moralim çok bozuk. Bugün yine okula gitmedim, okula gitmek istemiyorum. Fakat işten de ayrıldım ve derin bir boşluğun içine düştüm. Ne yapacağımı bilmez bir halde sabahtan akşama kadar film izledim. İzlediğim filmler de aşk filmiydi, depresyonda olduğumu zannediyorum, ama bundan nasıl emin olabilirim bilmiyorum.

Nadir gittiğim okulumda öğrendiğim kadarıyla depresyon; bir duygu durumudur. Her ne kadar duygularla alakalı olsa da fiziksel etkileride görülür, fakat bunlar da kişiye göre değişir. Bazıları çok yer, bazıları yemeden içmeden kesilir. Depresyona giren insanlar yavaş hareket edermiş.* Ayy... İşte benim durumuma kanıt, ben yavaş hareket etmeye başladım, hayatı adeta ağır çekimde yaşıyorum. Doktora gitmem gerekiyor günlükçüğüm. Acaba manik depresyon mu benimkisi? Manik depresyon; hastalık olarak bilinen bipolar bozukluk, mani ve depresyon nöbetlerini içeren bir ruh hastalığıdır. Hastanın duygu durumu aniden yükselir, ya çok neşeli olur ya da tam aksine çok üzgün ve ümitsiz olur. Daha sonraysa eski haline döner.** İyisi mi yarın doktora gideyim, üstelik değişik olur. Sana anlatacğım güzel şeyler olur. 

Sen günlük olduğun için, bugün yaptığım şeyleri anlatmam gerekiyor değil mi? Ama bütün günümü anlattım işte; “…sabahtan akşama kadar film izledim.” diye. Ben de böyle bir insanım “kısa ve öz”, sen de sevgili günlüksün. (!) Düşündüm de bir an, “sevgili” olmasaydın ne olurdun diye. Hımm… “Sayın Günlük”; çok resmi oldu bu. “Bilgili Günlük”; bu da olmaz senin bir şey bildiğin görülmemiştir. Hımm… Hah! Tamam, buldum; “Serseri Günlük”; yok canım bu da fazla lakayt. O zaman… “Canım Günlük”; yok yok… en iyisi sen Sevgili Günlük olarak kal, diğerleri pek sevimsiz.

Bilmem fark ettin mi Sevgili Günlük, bu sana ikinci kez yazışım ve ilk yazımın üzerinden de epey bir zaman geçmiş… (!) Şimdi oturt taşları yerine, ne bulduk? Ben sana her gün yazmıyorum değil mi? O halde neymiş? Sen “günlük” değilsin. Şimdi ismindeki bu aslı olmayan kısmı atıyoruz ve sen ne oluyorsun: “Sevgili”. Evet, aramızdaki bu hitap sorununu hallettiğimiz için çok mutluyum “Sevgili”. Bir süre sana tırnak içinde hitap edebilirim. Nitekim ben geleneksel bir insanım, yeniliklere açık, fakat alışık değilim. Anlayışın için de teşekkür ederim.

Bir daha sana ne zaman yazarın bilmiyorum, çünkü benim sağım solum belli olmaz (inanmazsanız anneme sorabilirsiniz). Bir gece ansızın gelebilirim. Hoşça kal, kendine iyi bak…


*Google'dan baktım.
** Google'dan baktım. :(

PATAK - NİSAN 2011


-------------------------------------------------------------------------------------------------------------

GÜNLÜK 1 (PATAK)


Sevgili Günlük;

Öncelikle iyi olmanı niyaz ederim ve ben, günlük tutma olayını biraz sulandırıyorum bunun için peşinen özür dilerim.

Bugün diğer günlerin aynısıydı ancak, daha ilk günden sana, 'Bugün diğer günlerin aynısıydı, çok sıradandı...' demek olmayacağı için, gün içerisinde neler yapım ettim bir bir anlatacağım.

Sabah saat 7'de telefonumun alarmı çaldı. On dakika erteledim, bu sürenin on dakika olması benim fikrim değildi. Ben sadece 'durdur' ve 'ertele' arasındaki o saliselik savaşta 'ertele'yi seçtim, telefonumda bana 'Alarm 10 dakika ertelendi' geribildirimini verdi. Bu sürenin on dakika olmasına her kim karar vermişse çok iyi ayarlamış, kendisini gönülden takdir ederim.

Alarmımı iki kere daha erteledikten sonra, hayvanlığın âlemi yok diye düşündüm ve yedi buçuk da yataktan çıktım. Banyoya girdim, bu yapay dünyada hala doğal bir yaratık olduğumu hatırlatan insani ihtiyaçlarımı giderdim, temizlendim, giyindim, süslendim ve 8'de otobüse bindim. 8 otobüsünün özelliği, 8’e 6 kala gelmesidir. 7.54 otobüsü demek zor olacak ki, ‘yuvarlak hesap 8 diyelim biz ona’ diye düşünülmüş. Bunu düşünüp ona ‘8 otobüsü’ ismini verende ben değilim, ama kim düşünmüşse pratik zekâsını takdir ederim. Otobüse biner binmez hemen teknoloji harikası telefonumu çıkarıp, kulaklığımı takıp, müziksiz geçirdiğim her dakikanın haybeye gitmiş olduğunu düşünerek 'playlist'emi açtım ve ruh halime uygun bir 'çalma listesi' hazırladım. Hüsnü Arıkan'ın 'Nereye Uçar Turnalar?' şarkısı ile yolculuğuma başladım.

Otobüs yolculuğu ve müzikle beraber o doğal süreç başladı, ayaklarımın yerden kesildiğini ve yükseldiğimi hissettim, işte bana 'bir hal geldi' ve kendi bedenimi gördüm! Şaka! Hazır telefon elimdeyken, kırk kere baktığım fotoğraflara tekrar baktım, bazılarını yakınlaştırdım, dişlerimi sarı ya da burnumu büyük buldum. Sonra mesaj kutumu açtım sırasıyla, gelen kutusu ve gönderilenlere göz gezdirdim. Son olarak, taslaklarıma bir kaç güzel söz kaydetmiştim, onları okudum. Bunların ardından rehbere baktım, hafıza durumum dikkatimi çekti, kaç ‘kartvizit’im olduğunu merak ettim; 400'lük hafızanın 332'si doluymuş. Telefonumdan da sıkıldım dışarıyı izlemeye koyuldum. Uzaklara bakarak, hayallere daldım. Bir saatlik yolculukta nerelere gittim, kimleri gördüm, neler neler konuştum. Sonra, geldik ve indim! Böylece işkence başladı, 'Ömrümün en uzun, ömrümün en kısa, ömrümün en çocuk, ömrümün en ihtiyar yolu...'nu yürüdüm ve metroya bindim. Sonra, bu yazıyı yazarken Microsoft Word programı tarafından, ‘metro’ yerine ‘yer altı treni’ni kullanabilirsiniz uyarısını alacağımı tahmin ettim! Sağa tıklayarak ‘tümceyi yoksay’dım.

Nihayet işe geldiğimde, saat dokuz buçuktu. Bilgisayarımı açtım, Libya'dan haberleri okudum, iş arkadaşlarımla sohbet ettim ve işe koyuldum...

!
Tüh! Yazarken arada 'Sevgili Günlük' demeyi, bir de 'O kadar yalnızım ki, hayat çok zor, iyi ki sen varsın, annemler beni anlamıyor, Murat beni sevmiyor, Ayşe beni kıskanıyor…' demeyi unuttum. Zaten çok yoruldum sevgili günlük, o kadar çok yazdım ama daha işe yeni geldim. Bu mesai bitmez, geç oldu ben yatayım. İyi geceler sevgili günlük, yarın kalbin kadar temiz bir sayfada görüşmek üzere...

(Bir de her gün günlük yazılmaz, yazma süresi bir gün ile bir hafta arasında değişir.)




-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

ANLATINCA KOMİK OLMUYOR (PATAK)

Çay içiyoruz iş arkadaşlarımla ve bir konu üzerinden hepimiz sırayla başımızdan geçen olayları anlatıyoruz, “Geçen gün de bana şu oldu, inanır mısınız…”, “Bir keresin de…” ile başlayarak söyleşiyoruz. Hatta bazı geveze arkadaşlar, bizim tanımadığımız başka arkadaşlarının başlarından geçen, konumuzla ilgili olayları bile anlatıyor.

Benim de aklıma komik bir anım geldi, üstelik gevezelere bırakmayayım meydanı, çünkü her an konumuzla alakasız anılara geçebilirler, dişe dokunur bir şeyler anlatayım dedim ve konuya girdim: “Ama çok komik.” deyip bir de kahkaha attıktan sonra hararetle devam ettim anıma; “Sabah otobüsten indim, metroya doğru yürüyorum, kulaklıkla müzik dinliyorum (lafı dolandırıyorum ki, o anı tam olarak gözlerinde canlandırsınlar diye,  tasvir tekniğinde birazcık usta olduğum için). Herkes işine gücüne gittiğinden, sokaklar kalabalık. Yanımda bir teyze, sokulmuş bana bir şeyler söylüyor, ben de dalgınlıkla çıkardım kulaklığı ve ‘Efendim?’ dedim teyzeye. Şöyle bir baktı bana, afalladı biraz. Yanında tanıdığı biri varmış meğer onunla konuşuyormuş.” dedim ve konuşmamın başında attığım kahkahanın biraz daha iştahlısını attım gitti. Arkadaşlarım şöyle bir kıpırdandılar, gülümsediler (sağ olsunlar). Bakıştılar birbirleriyle, biri dudağını kıvırdı, biri belli belirsiz ‘hımmm’ dedi. Ama Pınar acımasızca, kaşlarını kaldırarak, yüzüne şaşkınlık ve hayal kırıklığı ifadesini takıp, kafasını ufak iki hareketle sağa sola salladıktan sonra; “ Eee?” dedi, fakat benim Anı’m bitmişti, söyleyeceklerim bu kadardı; “Ne ee’si? Bu kadar işte!” dedim. Bunun üzerine Pınar ve diğerleri kıkırdadılar ve Pınar’ın ağzından beni nakavt edecek cümle döküldü; “Aman (ikinci a’yı uzattı biraz), ben de bir şey anlatacaksın sanmıştım.” Çok canım sıkıldı, yıkılmıştım, “Ya işte, çok güldüm ben, komikti aslında, ama orada olmanız lazımdı…” gibi birbirinden rezil cümleler ardı ardına çıkıverdi ağzımdan, kendimi 'armut' gibi, konuştukça gözden düşüp, paramparça olduğumu hissediyor, bir an önce başkasının anısına geçilmesini bekliyordum.

Gülmek, sandığımız kadar basit bir olay değilmiş dedim demek ki. Ne bileyim yahu, demek ki onların ‘komiğine gitmedi’. O gün gururum kırık bir halde eve gittim, aynı anımı anneme de anlattım, o da gülmedi. Annemin verdiği tepki ise; “Salak mıymış kadın, ne sokulmuş yürüyor sana, yol mu kalmamış başka, ne biçim insanlar var anlamıyorum ki…” diye kendi kendine söylenip, “Aç mısın, yemeği ısıtayım mı?” sorusuyla son buldu. İşte o gün anladım bazı anılar ‘anlatınca komik olmuyor.' Anlatınca komik olmuyor...

NOT: Patak; o günden sonra, işten ayrıldı, Pınar’ı işkence yaparak öldürdü. Annesinin bütün tencerelerinin dibini yaktı ve örgü şişlerini yamulttu. O anısını hiç unutmadı, ama bir daha hiç kimseye anlatmadı. Bu olayların üzerinden yaklaşık on yıl geçtikten sonra, ortadan yok oldu. Bazı kayıtlarda, onun o gün ona sokulan teyzeyi aradığı geçiyor, fakat bugün bile gerçek bir sır olarak herpimizin aklını kurcalıyor…



PATAK - MART 2011


-----------------------------------------------------------------------------

NELER YAPMADIM (PATAK)

Günaydın sevgili patlangaç üyeleri. Umarım keyifler yerindedir. Bugün günlerden, pazar. Herkese olmasa da bir çoğumuza tatil. Mutfak masasına oturup yeşil çayımı yudumlarken, bir taraftan da çocukluk arkadaşım Suavi'nin (kimlik şaşırtmacası), "Şimdi İstanbul'da olmak vardı anasını satayım..." dizelerinin geçtiği, kim bilir yıllardır kimlerin hislerine tercüman olmuş, o unutulmaz şarkısını dinlemekteyim (Taş yerine değdi sanırım).

'gazeteler.com'dan 'Radikal Gazetesi' sekmesini tıklıyorum. Başlıklar arasından dikkatimi çeken, 'Hindistan cevizlerini bile topladılar' oluyor. Bir an aklıma anneannem geldi, insan 'hindistan cevizi'ni telaffuz etmeyi ancak onun kadar tatlı beceremez. Ancak başlığın içeriğine baktığımda Obama'nın Hindistan'a yapacağı ziyaretten bahsediyor. Malesef benim tatlı anneannemle ilglili hiçbir şey yok (Gerçekten beklerdim.) Obama Hindistan'a geldiğinde,  kafasına düşmesin diye toplatılmış meğer o hindistan cevizleri. Çok sıkı güvenlik önlemeleri alınmış. Yani olay hindistan ceviziyle de bitmiyor. Yuh! adam için kurşun geçirmez tünel yapmışlar. Vay arkadaş! Amerika başkanı mı olsam ne etsem, bilemedim... Kırk beş araç konvoyda eşlik edecekmiş adama. Düşünün Tayyip Ankara caddelerinden beş araçla geçiyor da yemediği laf kalmıyor. Şimdi üzülmez mi bu haberi görünce? Dert sahibi oldum sabah sabah... 

Gazete okumayı bir kenara bırakıp, kahvaltı hazırlamaya koyuluyorum. Buz dolabının kapağını açıyorum, iki yumurta alıp kapağı ayağımla kapatıyorum ( İbrahim Sadri'ye buradan kucak dolusu sevgilerimi yolluyorum). Yumurtaları tezgahın üzerine bırakıp, çay demliyorum. Yumurta çabuk pişer, çay demlenene kadar soğumasın (Sevgili anneciğim, nasılsın?). Kahvaltılıkları çıkarıyorum masaya yerleştiriyorum. Çay içmek için bardaklar... Her şey hazır, ımm...

Yazılarımda tasvir tekniğini ne kadar ustalıkla kullandığımı söyler durur sanat eleştirmenleri (Bunu görmezden gelin bende size bir güzellik yapayım). Sabah sabah neler yaptığımı herkes gözlerinde canlandırmıştır umarım. Ancak önemli olan neler yaptığım değil, neler yapmadığım! Tabi ki yapmış olduğum şeyler de çok önemliler, ama daha önemli şeyler yapmak için daha ne bekliyorum, değil mi? (sizde bir şizofren kokusu alıyor musunuz?) 


PATAK - Kasım 2010



--------------------------------------------------------------------------------




YAZMAYA BAŞLAMAK (PATAK)


Her zaman yazı yazmak isterim, ancak beni bundan vazgeçiren şey, giriş cümlesini bir türlü bulamamam olur. Bakın şimdi de öyle oldu. Kalemi ve defteri büyük bir heyecanla elime aldım, ancak yaklaşık on-on beş dakika nasıl başlasam diye düşündüm. Sonunda korkularım ve eksikliklerim üzerine gitmek gerektiğine karar verdim. Evet, yazıma girişim bu kadar. Umarım hoş olmuştur. 

Yazılarımı okuduktan sonra kendimden nefret ederim. Nasıl bu kadar kötü olduğuma şaşırıp üzülürüm. 
Ben hep mutsuz olduğum zamanlarda yazıyordum, oysa onları daha sonra okuyunca gülmekten kırılıyorum. Başkalarına da okutuyorum gülsün diye, işe yarıyor. Ama benim amacım yazılarımda güldürmek değil. Neyse olsun. Zaten asla attığım yeri vuramam ben...

Yazmaya karar verdiğimde birkaç şey tasarlamıştım. Şimdi unuttum onları. Aslında yazarken tasarladığım şeye sadık kalamam. Yazılarımda nereden girip nereden çıkarım, bilemem. Bazen çok güzel yazdığımı zannederim. Son cümlemden sonra “Vay canına!” dediğim olmuştur. Ama hep yırtarım yazdıklarımı, günlüklerim dahil. Evet, maalesef ki şu yeryüzünde bana ait herhangi bir yerde herhangi bir yazım yok. Tabii sınav kâğıtlarım hariç. Off, içime dokundu! Hayır, hayır, şimdi hatırladım… Lanet olsun ablama yazdığım mektuplar var. Çok tuhaf bunları düşünmem, bir o kadar da saçma. Gecenin ikisinde yeryüzünde, herhangi bir kâğıt parçasında, herhangi bir yerde yalnızca bana ait yazım var mıdır, diye düşünmeme anlam veremiyorum. Şimdi bunu neden düşündüğümü düşünürken, klasik bir düşünceyle devam ediyorum: Acaba şimdi kaç kişi bunu düşünüyordur? Acayip bir saatte, acayip bir şey yapıyor veya düşünüyorsanız, gerçekten çok ilginç buluyorsanız durumunuzu, sıra dışı bir şey yapmanın gururunu duyarsınız ve o an kaç kişiyle aynı şeyi yaptığınızı merak edersiniz. Evet, edersiniz. İtiraz yok! Oysa biliyorum, bu sorunun cevabı yoktur. Varsa da hiçkimse cevabı bulamamıştır. Acaba çok merak edip araştıran olmuş mudur? Yok artık! Bak yine yaptım, cevabı olmayan bir soru daha sordum. Oluyor böyle elimizde değil. Değil mi?


PATAK – Temmuz 2010






----------------------------------------------------------------------------------------------


SEVGİLİ PATLANGAÇ (PATAK)




Saat gecenin biri olmuş. Çok sıkıldım sevgili patlangaç. Bilirsin ben ne zaman sıkılsam sana koşarım, sanki sen şehrin gürültüsünden, suyun şırıltısından, insanların mızırtısından, ramazan davulcusundan uzak bir köy gibisin. Ne zaman yalnız kalmak istesem sana koşarım. Dostlarım bilir onlara sorabilirsiniz. Zaten benim sağım solum belli olmaz, annem; "Deli kız, senin sağın solun belli olmaz." der bana. Annemin bellidir sağı solu, bende ona; "Anacığım, garip anacığım." derim. 

Off çok sıkıldım sevgili patlangaç? Hiç de geçmedi sıkılganlığım, acaba ben sıkılınca sana koşmasam mı, pek faydası olmuyor gibi. Yok yahu ben yapamıyorum... Zaten hiç anlamadım insanlar sıkılınca, dertlenince neden hep aynı yere gider. Arkadaşları orada olduğunu bilip hemen gelsin diye bence. Naz yapıyorlar yalnız kalmayı istemek hikaye. Filmlerde de öyle olur. Biri ortadan kaybolunca çıkar bir tane düdük; "ben onu nerede bulacağımı biliyorum." der ve gider. Gerçekten de bulur. Sonra o düdük kendinden beklenmeyen laflar eder ve derdi tasayı unutturur, gülerek giderler. 

Benim de olsun istiyorum sevgili patlangaç. Bizim evin karşısındaki belediye binasının dibinde bir park var, orayı bir inceleyim yarın. Bakarsın bende sıkılınca oraya giderim. Evden de annemin köfte için ayırdığı ekmek içlerinden alırım yanıma, tavukları da toplarım başıma onlarla konuşurum hem de beslerim onları. Valla iyi fikir, yaparım ben bunu!  Haydi iyi geceler sevgili patlangaç, öpüyorum tombul yanaklarından...

PATAK- Ağustos 2010
----------------------------------------------------------------------------------------------


TASVİR (PATAK)


Ağustos sonlarına yaklaşıyoruz, balkonumda oturuyorum. "Balkonum" demek garibime gitti, onun daha önce benim olduğunu hiç düşünmemiştim. Neyse... Karşıda bir evin mutfağını görüyorum, yirmili yaşlarda bir kadın bir şeyler yapıyor. Off şu perdenin ortasına biriken perdeyi çekse de, bende güzelce tasvir etsem. Sanki kadın karşınızda duruyormuş gibi olsa. "Vay be! Ne de güzel tasvir etmiş, kadını görmüş gibi oldum." deseniz. 

Başka tarafa bakıyorum şimdi. Sokaktan iki adam geçiyor, derin bir sohbetteler anlaşılan. Bir adam tam "balkonumun" altında telefonda konuşuyor. Ses tonu kulak tırmalayıcı, rahatsız edici. Şimdi ben bunu çok güzel tasvir ederim, duyuyormuş gibi olursunuz. Ancak sizde rahatsız olursunuz benim gibi. 

Saat gece yarısına yaklaştığı için sokaktaki nüfusun neredeyse tamamı erkek. Sokak lambalarının etrafında pervaneler var. Ağaçlar sallanıyor birazcık. Imm... Yok yapamıyorum, telefonda konuşan adam benim sinirlerimi bozuyor. En iyisi gözlerimi kapatayım. Birileri mangal keyfi yapıyor etin kokusunun yoğunluğundan bunu anlayabiliyorum. Çok canım çekti şimdi, neredeler acaba gidip yanlarına; "Afiyet olsun komşular, Allah ağzınızın tadını bozmasın. Geçiyordum bir uğrayım dedim." desem mi acaba? Yok ya görmemiş gibi ayıp olur.      

Bari uzaktan gelen sesleri dinleyeyim, belki birileri şarkı söylüyordur da beni alıp uzaklara götürür.  Haydaa... Biri "Çarkı Felek'i izliyor, hatta Mehmet Ali Erbil; "Amanınn, aamanınnn..." diyor. Bu ne yaa, ben odama gidiyorum!

PATAK- Ağustos 2010
----------------------------------------------------------------------------------------------


İYİ YA DA KÖTÜ (PATAK)


İyi ya da kötü yaşanan her şey bir şeyler katar insana. Kimisi bunu anlayamaz, bir şeyler kaybettiğini sanır. Bu yüzden yaşananları unutmak hayatı sıfırlamaktır. Sıfır ise etkisiz elemandır. Eğer yaşadıklarınızı sindiremeyip intikam ateşiyle yanıyorsanız sıfır yutan eleman olur, yutarsınız önünüze gelenleri. Ama intikam soğuk yenir, yanında kola çok güzel gider.

Kolaya gelecek olursak, sağlığa zararlıdır. İçinde fare varmış. (Çocukken duymuştum bunu.) Bir de kolayı tersten okuyunca bir şey oluyordu. Kısmet mi açılıyordu, para mı geliyordu? Lanetleniyor muydun, tam olarak hatırlamıyorum. Ama iyi ya da kötü bir şey oluyordu. Orası kesin!

İyi ya da kötü bir şey olmadığı zaman hayat çok monoton olur. O yüzden iyi bir şeydir iyi ya da kötü bir şey olması. Yoksa çok sıkıcı olur her şey, psikolojimiz bozulur.

Psikoloji bir bilim dalıdır. Davranışı ve davranışın altında yatan zihinsel süreçleri inceler. Psikolojinin de kendi içinde iyi ya da kötü alanları vardır. Bunlardan en ilginç bulduğum 'Endüstri Psikolojisi'dir. Endüstri Psikolojisi; belirli bir işe uygun en iyi kişiyi veya belirli bir kişiye uygun en iyi işi seçmeyle ilgilenir.

Endüstri, ülkemizde en çok Marmara Bölgesi'nde gelişmiştir. Marmara Bölgesi ülkemizin en güzel bölgelerinden biridir. Ülkemizin iyi ya da kötü yedi bölgesi vardır. Yedi ise iyi ya da kötü benim uğurlu sayımdır.

PATAK - Ağustos 2010




----------------------------------------------------------------------------------------------




SİNİR (PATAK)








(NOT: 18 yaşından küçükler okuyamaz!)


Merhabalar efendim. Saatlerimiz 01.21’i gösteriyormuş. “TRT FM” dinliyorum, ‘Geceden Sabaha’ programı başlamış. Popüler müzik çalıyor. Kadının biri “yazın beni” diyor. Sesi çok kötü, ama bu saçma sapan şarkı için yeter, diye düşünüyorum. Hem bu şarkıyı muhteşem bir ses söyleseydi daha çok üzülürdüm. Dur dur değişti şarkı! Bir adamcağız ‘anı yaşa, anda kalma’ diyor. Haklı, ama sesi öyle berbat ki ona hak verdiğim için neredeyse utanacağım. Bu şarkılar niye TRT FM’de çalıyor yahu! Bak sinirlendim işte. İyisi mi kapatayım radyoyu, gerçekten müzik başladığı zaman açayım. Hoş bunu nasıl bileceksem. Off köşeye sıkıştım. Unutalım gitsin radyoyu.
Başka bir frekansa geçmemi önerenler olabilir, ama ne yazık ki başka frekans çekmiyor. Görüyorsunuz ya basit bir sıkışmışlık değil bu, adeta elim kolum bağlı. Yüksek bir yere çıkmamı önerenler de olabilir, ama çoktan çıktım bile. Buna rağmen çekmiyor işte.

Radyomun çekmesi uğruna çıktığım bu yüksek yerden bakıyorum da insanlar ne kadar küçük görünüyorlar. O kadar uzaktalar ki etrafım bomboş. Şimdi de zirvedeki yalnızlıkla başbaşayım. Gül peşinde koşacağım diye ayaklarımın altında ezilen papatyaları görmedim galiba. Neyse radyoyu bir kontrol edeyim, belki TRT FM kendine gelmiştir de ‘bana bir aşk masalından şarkılar söyle’ çalmaya başlamıştır. O da ne! Artık TRT FM de çekmiyor. Bu bana müstahaktı zaten. Hırslarım uğruna gerçeklerden ve samimiyetten yoksunum artık. Çok pişmanım keşke elimdekiyle yetinseydim, keşke TRT FM’e bir şans daha verseydim, keşke düzelmesi için ona yardımcı olsaydım. Ama artık hiçbir şey eskisi gibi olamaz. İçimi kemiren bu pişmanlık duygusuyla da yaşayamam. En doğrusu ölmek. Her gün ölmektense bir kere öleyim daha iyi.. Hazır bu denli zirvedeyken, bırakıvereyim kendimi şuracıktan.

Bir anlık sinir nelere mal oluyor gördünüz, sinirlerimize hâkim olmalıyız.

PATAK – Eylül 2010
---------------------------------------------------------------------------------------------


BEN TEMBEL DEĞİLİM (PATAK)





Şarkı dinliyorum. Sesin sahibi pek zarif bir kadın, her halinden belli. "Ateşe baca lazım/ Kitaba hoca lazım / Bana bir koca lazım/ O da bu gece lazım." diyor. Öyle zarif öyle naif ki, kim inanır bu gece kocaya ihtiyacı olduğuna.
Odamdayım, yatağımın üstünde. Canım sıkkın bana 'tembel' diyorlar. Bunu unutmak için hayal kuruyorum, deniz kenarında oturduğumu hayal ediyorum. Bana tembel diyenler hayalimde bile 'oturduğumu' düşünüp güleceklerdir. Oysa insanlar ne hayaller kuruyorlar değil mi? Rafting yapıyorlar, jumping yapıyorlar... Hobisi dağcılık olan insanlar var. Geçenlerde gazetede okudum, 45 yaşındaki İsviçreli bir adam 900 metrelik bir ipin üzerinde yürümüş, rekor kırmış.
Benim yemek yapıp yemeye bile üşendiğimi söylüyorlar. Ne alakası var efendim, ben yemek yemeyi sevmiyorum o kadar. Hem tembel olsam hayallerim peşinde koşar mıyım? Neredeyse bütün hayallerimi gerçekleştirdim. Mesela gece yatağıma girdiğim de, öğlene kadar uyumayı hayal ediyorum. Sabah bunu hemen gerçekleştiriyorum. Sonra, saatlerce televizyon karşısında oturmayı hayal ediyorum. Bunu gerçekleştirmek kolay mı sanıyorsunuz? Anneannemle münakaşa ediyorum, misafir geliyor onlarla konuşmak zorunda kalıyorum. Ama her şeye rağmen hayallerimi gerçekleştiriyorum. Bu yüzden bana tembel diyenlere çok kızgınım.
Her şeye kulak tıkayıp hayallerimiz peşinde koşmalıyız. Bizi biz yapan hayallerimizidr. Kendimize güvenmeli ve bu uğurda savaşmalıyız.
PATAK - Eylül 2010











Hiç yorum yok:

Yorum Gönder