yazarlar-çizerler-çekerler

Patlagaç arama kutusu

23 Mayıs 2011 Pazartesi

TABİATTAN CEVAP

“O binalarda milyonlarca insan, milyonlarca kağıtlara, milyonlarca sözcükler yazıyor.”
                                                               Sadık Yalsızuçanlar, Ayan Beyan



“-Ben daktiloluk istemek değil, çalışmaktan nefret ediyorum. Beni bunlara hayat mecbur ediyor.
-Haaa, eveeet! Benim gibi… Ben de, dedim, çalışmaktan hiç hoşlanmam. Bir kolayını bulabilsem hemen işi bırakırım.”
                                                           Memduh Şevket Esendal, Ayaşlı ile Kiracıları



 Çalışmak üzerine düşünmekten sıkılmış, kendime “çalışmayı seviyorum” diyebilmek için türlü işkenceler yapıyordum. İş çıkışında hemen otobüse atlayıp eve, ne yapacağımı bilemediğim saatlere vermeden önce kendimi, Ankara’nın sokaklarında dolaşıyordum biraz. Aslında burada da ne yapacağımı bilmez haldeydim, ama sokaklardayken bunun farkında olmadığımdan sıkılmıyordum. Gümüşçülerde vakit harcıyordum. Her pasajda bir sürü gümüş dükkanı vardı, bu kadar rağbet görüyor demek diyordum kendime. Peki, neden imitasyon takılar daha yaygındı, neden herkeste aynı ürünler vardı? İşte bunlara canım sıkılıyordu, bunları düşünüyordum.

Sahafları dolaşıyordum, büyük kitapçılara girip çıkıyordum. Bu kadar çok kitabın buralara, hangi ara, kimler tarafından yığıldığını merak etmiyordum o sıralar. Ta ki bir gün büyük bir kitapçıda tüm rafları gezinip ‘dikkatli okur köşesi’ne gelene kadar...

Aaa, dedim, bir ben değilmişim düşünen: Raflardan birinde çalışmak üzerine yazılmış birkaç kitap vardı. Tabii ki tahmin ediyordum daha önce düşünüldüğünün; çalışmaktan memnun olmayan çoğunluğun farkındaydım.

Çok tuhaf bir burukluk hissettim işte o an: Bir şeylerden rahatsız olmuş, mutsuzluk duymuş, bir şeyleri sorgulamıştım. Düşünceler geliştirmiş, isteksiz çalışmaya-çok çalışmaya alternatif ne olabilir diye düşünmüştüm. (Bunun cevabını bulamadım, evet.) Şimdi kitapların isimlerine bakıyordum ki tüm bunlar zaten düşünülmüş şeylermiş. (Gerçi başka konular üzerine yazılmış kitap sayısı daha fazlaydı, gözümden kaçmadı.) Halbuki, tüm bunları düşünen ilkmişim gibi gelmişti. İnsanların benim fikirlerimi öğrenip etkilendiği, uyandığı ve sorgulamaya başladığı hayaline doyamamıştım, tam burada işte, dikkatli okur köşesinde. Aynı sıkıntılar aynı sonuçlara götürüyor, diye düşündüm. Kitapları biraz inceledikten sonra raftan Alain de Botton’ın “Çalışmanın Mutluluğu ve Sıkıntısı”nı alıp çıktım.

Acı bir gerçekle karşılaşacağım hissiyle kitaba bir türlü başlayamadım birkaç gün. Düşünüyordum, hayat güzel olabilir mi, diye. Aslında çok da düşünmeye gerek yoktu; cevabı, en azından benim için açıktı. Her yerde Orhan Pamuk’tan örnek vermek de sıkıcı olmaya başladı ama daha iyisini bilmiyorum: Onun gibi pat diye her şeyi bırakıp romancı (ya da başka bir şey) olmaya karar veremezdim. Çünkü buna destek çıkabilecek ‘çevrem’ yoktu ve memuriyetin yerine koyabileceğim şeyi tüm çabalarıma rağmen bulamamıştım. Çabam da gerçek bir ‘çaba sayılmazdı üstelik, bu bile bir riskti sonuç olarak. Seçtiğim şeyde bir ihtimal olan başarısızlığı göğüsleyebilecek özgüvene de sahip değildim. Yeni işimi sevmezsem eğer, iş çıkışları kafa dağıtacak bir şeyler yapmak da yetmeyecekti, çünkü o saatten sonra bunun hayatımda yaratacağı çatışmayı atlatabilecek güçte olmayacaktım. Tüm bunların hesabını bu kadar kara bir deftere yapmak bile benim şimdiki yerimden dışarıya bir adım dahi atamayacağımın göstergesiydi.

Bu yüzden hiçbir şey beni hayatın güzel olacağına inandıramazdı.

“Çalışmanın Mutluluğu ve Sıkıntısı”nı okudum tabii. Alain de Botton, hayatın güzel olamayacağını doğrudan savunmuş olmasa da incelediği on meslek alanını uzun cümleleriyle anlatırken hissettiriyor inceden. Kitabın her satırını ‘ağzımı açarak’ okurken karamsarlığa kapıldım, zaten bu kitap okunmayacaktı. Bir başlansa yarım bırakılma ihitmali yüksekti. Kimsenin bu uzun cümlelere ayıracak vakti, sabrı ve dikkati yoktu. Mutluluğu, bize dayatılan iş saatlerini sorgusuzca ve iyi hizmet ve gönül rahatlığıyla bitirerek bulan biz; yediğimiz ton balıklarının, bisküvilerin nereden geldiği, ressamların aynı ağacı yüzlerce kez resmedip sergilerken ne amaçladığı, okyanuslar aşan nakliye gemilerinin ne getirdiği, roketlerin neden uçtuğu gibi, hiç merak etmediğimiz şeyleri anlatan, kabulleniverdiğimiz hayatı, ayna tutarak gösteren bir kitaba nasıl katlanacaktık?

Altını çize çize yıprattığım kitapta alıntılamam gereken, üzerine söylemek istediğim, söylemem gereken o kadar çok satır var ki…

2011’in mart ayında iyi giden havaların tuhaf bir şekilde bozulmasıyla ‘kazandığımız’ iki günlük kar tatiline (altını çiziyorum) sevinip bunu evde yatarak değerlendirmek istedim ve kitabı bitirdim. Koca kitapta bana ümit, evet, gerçekten ümit veren tek bölümü buraya almak istedim:

“Roket mühendisleriyle teknisyenlere bir zamanlar atalarımızın tanrılarına gösterdiği gibi bir saygıyla bakma gereğinin tuhaflığını hissettim yine.

Bu uzmanlar hayranlık duyulacak nesneler olarak geceleri seyrettiğimiz gökyüzü ve dağlarla kıyaslandığında yakışık almaz ve can sıkıcı geliyordu.

Bilim öncesi çağ, ne kusurları varsa da yaşayanlarına hiç olmazsa insan yapımı her türlü başarının evrenin manzarası yanında önemsiz kalacağını bilmekten kaynaklanan bir iç huzuru vermişti.

Zımbırtılarımızla daha çok mutlu, ama genel halimiz konusunda daha az mütevazı olan bizler, zeki, mükemmel, kocaman gözlüklü ve ahlaken sorunlu insan kardeşlerimizden daha baskın bir yücelik kaynağından yoksun olmamamızdan kaynaklanan kıskançlık, endişe ve kibir duygularıyla boğuşmaya terk edilmiştik.”

Kar gerçekten lapa lapa yağıyordu Ankara’da, Mart ayında. Kitap bitmişti ve gerçek bir sorgulamayı esas şimdi başlatmıştı. İki gün sonra Japonya’da deprem oldu ve hemen arkasından Büyük Meiji Tsunamisi…  Böylesi bir felaketten çağımızın bize verdiği hastalıklı hali düşünmek ve bundan ders çıkarmak çok acıydı ama içimi rahatlatan da bu oldu: Tabiatı bozmaya devam ediyorduk ama ona hala karşı gelemediğimizi bilmek, o tanrısal saygıyı biraz olsun hafifletecekti belki…

Ve Oblomov’dan alıntılamadan bitiremeyeceğim:

“…yağmur, sıcak hava ya da sadece can sıkıntısı gibi şeylerin işe gitmemek için yeterli ve haklı sebepler olacağını sanıyordu. Ama sağlıklı bir memurun işe gitmemesi için en az deprem gibi bir şey olması gerektiğini görünce çok üzüldü.”
                                                                       İvan Aleksandroviç Gonçarov, Oblomov



PATA KÜTE - MART 2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder