yazarlar-çizerler-çekerler

Patlagaç arama kutusu

4 Aralık 2012 Salı

KÜÇÜK KALABALIK (PATA KÜTE)

İki buçuk yılın kazancı İnce Memed'ler oldu işte, ince bir de defter.
***
İki buçuk yıldır gidip geldiğim, emek verdiğim işim artık yok. Çalışmamanın daha iyi olabileceğini iddia etmiştim bir zamanlar. Şimdi ise şüphedeyim. Üç gündür rüyamda iş arkadaşlarımla -eski iş arkadaşlarımla- uğraşıp duruyorum, sanırım ayrılık acısı yaşıyorum, üstelik ayrılık sevinci yaşadığımı zannederken. Belki de çalışmak, doğru işte çalışmak kötü bir şey sayılmaz. Bunu zamanla anlayacağım.

Tam da burada neden çalışmanın kötü olduğuna karar verdiğimi bulmam gerek. İş yerimizin ayırıcı ve susturucu tavrı bir partinin bayrağı altında daha da keskinleşiyordu ve birinin farklı bir bakış açısıyla düşünme ihtimalinin olmadığını zannediyordu insanlar. Oradaysan işte sen de öyle düşünüyorsundur. Ben hiç "öyle" düşünmedim esasında ve zaman içinde daha da farklı bir yerde buldum kendimi. İşte en çok da o noktada olmak istediğim için terk ettim iş yerimi. Ama iyi şeyler de oldu. Şimdi bunları anlatmanın bana ağır geleceğini bildiğimden susuyorum.
***
Aylardır benim bile ziyaret etmediğim Patlangaç sayfası bir tuhaf geldi gözüme. Sanki milyonların okuduğu bir gazetenin baş yazısını kaleme alıyormuşum gibi ciddiyetle yazdığım yazıları gördüm. Gülüyorum. Kendi kendime şaka yapmış gibiyim. O derece yabancılık hissettiğim aylar öncesinden kalmış ve dolayısıyla da çağ dışı sayılabilecek blog'umuz yaklaşık üç bin kez görüntülenmiş. Ve toplamda üç kez okunmuş. (Bence)

Önceleri kalabalıktık. Kutsi bir amacımız yoktu. Hatta bir amacımız var mıydı, onu da bilmiyorum. Nasıl çıktık yola, hangi safsatalarla, hatırlamıyorum. Hatırlamayı da düşünmüyorum. Çok kişiye mi ulaşmak istiyorduk? Hayır. Her şey "kendi aramızda" olacaktı, ama aramız bozuldu. Devrimizin büyüme gayesi bulaşmadıysa da bize büyüyememek de hiçbir işe yaramadı. Küçülmedik de daraldık. Sanki.

Kim kaldı? Ben. Bir de işte az sayıdaki "onlar". 

Ama olsun. Hâlâ biz varız. Katılmak isteyen olursa buyurabilir.

Gerçi böyle küçük kalabalığımızla çok daha iyiyiz, "yerindeyiz".

25 Ekim 2011 Salı

EN SON DAKİKA!!! (PATAK)




Merhaba arkadaşlar, an itibariyle çarpıcı, sıra dışı, vurucu, yıkıcı, ezici, geçici (kafiyeli oldu ama geçen bir şey yok ne yazık ki) bir durumla karşı karşıyayız. Halk arasında paniğe yol açmamak için her kanalda her yayında vermiyoruz haberi, o yüzden az sonra söyleyeceklerimi google’a yazmayın çünkü bir şey bulamazsınız.
Pekala sizleri daha fazla meraklandırmadan veriyorum haberi. Dün (sanırım) gece saat 03.48’de zaman aniden durdu! Yani şöyle açıklamak gerekirse, matematiksel olarak, dünyanın geoit şeklinden dolayı!!...  Yani zaman durdu arkadaşlar, bu kadar basit, şu an saat hala 03.48. Aslında tam zaman durduğu anda tüm saatler durmuş olsaydı, olaya bir renk gelir film tadında bir şeyler yaşayabilirdik ama biliyorsunuz Duracell uzun ömürlü pildir, normal karbonlu piller sürekli çalışınca zayıflar, ama Duracell  alkalin pil dayanır dayanır dayanır… Duracell farklı pil, normal pillere benzemez kolay tükenmez. Mesela bizim mahallede tüm ayıcıklar (ayıcık: oyuncak ayı nedense) koşuya çıkıyor, bizimki hep birinci geliyor. Neden? Çünkü biz ona duracell takıyoruz, o reklamlarda gördüğünüz mutlu ayıcık bizim. Neyse konuyu dağıtmayalım.
Evet arkadaşlar, zamanın durması nedeniyle, devletin zirvesinde gizli bir kriz masası oluşturuldu. Saat 03.48’de başlayan toplantı, 03.48’de biterek gelmiş geçmiş en kısa toplantı olarak tarihe geçti. Devletin zirvesinde durum böyleyken halk zaman geçtikçe (alışkanlık işte) anormal bir şeyler olduğunu fark etmeye başladı. Örneğin zaman durduğu anda mutlu olanlar (ki gecenin o saatinde epey mutlu insan vardır) hala mutlu oldukları için bir hayli tedirginler. Mutsuz olanlar ise sorunları, dertleri zamana bırakamadıkları için ne yapacaklarını bilemiyorlar. Elit tayfa arasında ise, zamanın artık her şeyin ilacı olmadığı tartışılıyor, aydın kesim  ‘zamanla her şey hallolur’un ‘zamanla hiçbir şey hallolmaz’la yer değiştirmesi gerektiği öneriyor ve gelenekçi kesim buna şiddetle karşı çıkıyor, nitekim tartışmalar hızla devam etmekte. Kalabalıklar arasından (otobüsler, metrolar, mağazalar vs) memnuniyetsiz uğultular yükselmeye başladı, insanlar devletin şimdiye dek bir açıklama yapmamış olmasında şikayetçi. Bu arada ‘şimdi’ kelimesi anlamını yitirmiş durumda, seni hiç unutmayacağız ‘şimdi’, hoşça kal. Unutmayacağız demişken, zaman geçmediğine göre yaşanan kötü olaylar da unutulmayacak haliyle. Bu kötü oldu işte ya, daha dün 03.48’de (!!) unutulacaklar listesi yapmıştım, senide listenin başına yazmıştım, ama olmadı yar, seni unutamıyorum!!! Bence İsmail YK’dan daha iyi yazdım. O değilde unutulacaklar için hatırlatma listesi yapmış olmam beni düşüncelere gark etmedi değil. Aaa! Bunun içinde güzel bir beste yapılabilir; seni unutmak çok kolay, hatırlat bir ara unutayım, bence bu küçük bir olay, hemen yenilerine kırıtayım!!! Valla bence nefis oldu, Demet Akalın söyler bunu bence. Hemen konumuza dönüyorum.

Zamanın durması birçok soru işaretini beraberinde getirse de bazı güzel olaylara da gebe gibi görünüyor arkadaşlar, örneğin artık hiç kimse yaşlanmayacak ve güzelliğiyle adeta yıllara meydan okuyan ünlü sayımızda ciddi bir artış görülecek. Ödenmesi gereken taksitlerin günleri hiçbir zaman gelmeyecek ve kredi kartıyla sınırsız alış veriş yapılabilecek. Artık randevulara geç kalmak veya erken gitmek söz konusu olmayacağından, kadınlar saçlarını istedikleri kadar düzleştirebilecek. Tüm bunların yanı sıra, zaman 03.48’de durduğu için artık bütün haberler “son dakika haberi” olacak ve hepsi aynı dakikaya ait olup, aynı dakika içerisinde de basına yansıyacağından halk her şeyden anında haberdar olacak. Evet arkadaşlar bir dahaki “en son dakika haberi” bülteninde görüşmek ümidiyle, haberin merkezinde kalın, bizi izleyin haberiniz olsun, gerçek ve tarafsız haber için bizi izleyin… 



PATAK - ŞUBAT 2012

-------------------------------------------------------




LAKTOZ (PATAK)


Bu sabah uyandığımda karnım ağrıyordu. Küçüklüğümden beri ara sıra olur böyle. Ne doktorlara götürdüler annemle babam, anlatamam. Geceleri çığlıklar atarak uyanırdım, babam apar topar hastaneye götürürdü. Birkaç tahlil yapılırdı ve hiçbir şey çıkmazdı. İsmini şimdi hatırlamıyorum, kabı sarı renkte olan bir ilacım vardı, onu alınca geçerdi ya da bana öyle gelirdi. İsmini ezberleyemedim hiç, bu yüzden ben ona “sarı hapım” derdim. Hadi ben çocuğum, bu durum normal karşılanabilir de annem o ilaca, “Patak’ın sarı hapı” derdi. On, on bir yaşlarına kadar kullandım o hapı.

Küçükken süt içmekten nefret ederdim. Bebekliğimde anne sütü bile almamışım. Şimdi yirmi yaşındayım hala süt içemiyorum. Tamam! Yirmi iki yaşındayım hala süt içemiyorum. Ablam ve kardeşim kendi rızalarıyla bardak bardak süt içerken, ben babamın baskısı altında iki yudum sütü içemezdim. Gözlerim dolar, soluğu tuvalette alırdım.

Süt içmekle karın ağrım arasındaki bağlantıyı fark etmem çok uzun sürmedi. Fakat süt tartışılmaz en yararlı besin olduğunu için ebeveynime bu durum inandırıcı gelmedi, ancak ağrılarım karşısında endişe duyuyorlar bir an önce çaresinin bulunmasını istiyorlardı. Devlet hastanelerinden umudunu kesen babam, beni özel bir hastaneye götürmeye karar verdi. Oraya çok para vereceğimizden kesin neyim varsa bulacaklardı.

Her yerime baktılar hastanede uzay filmlerini anımsatan makinelerin içine girip çıktım. Her şey bittikten sonra, ‘Bekleyin, birkaç saat sonra sonuçlar çıkar.’ dediler. Babam beni köfte yemeye götürdü, hasta yavrusunun yüzünü güldürmek istiyordu anlaşılan. Kola bile almıştı bana. Nihayet sonuç açıklama saati geldi ve babamla doktorun odasına girdik. Hastayım ya naz yapmayı da elden bırakmıyordum. Doktor, bütün sonuçlarımın normal olduğunu, ağrımın sebebinin fizyolojik değil psikolojik olduğunu söyledi. Anlamamıştım. O zamanlar bir insanın psikolojisinin bozulması ve antidepresan ilaç kullanması şimdiki kadar moda değildi. Babam yüzüme baktı, ifadesinden ölüp ölmeyeceğimi çıkaramamıştım. Evin yolunu tuttuğumuzda babam saçlarımı okşadı, ‘hiçbir şeyin yokmuş’ dedi. Eve döndüğümüzde merakla bekleyen anneme, ‘Kızımızın bir şeyi yokmuş annesi, dikkat çekmek için kandırıyormuş bizi.’ dedi. Bunun üzerine annem bana sarılıp, ‘Niye yalan söylüyorsun kızım, bize yazık değil mi? Ne kadar üzüldük senin yüzünden.’ dedi. Orada psikolojik olarak öldüm.

O günden sonra “sarı hapım”ı almadılar. Babam süt içmem için de zorlamıyordu, yalancı bir çocuk bunu hak etmiyordu çünkü. Karnım ağrıdığı zaman annem, ‘Anneannen ovsun da geçer.’ diyordu. Anneannem ovuyordu, sahiden de geçiyordu karın ağrım, çünkü ovarken anneannemin parmakları karnımı delip sırtımdan çıkacak gibi oluyordu. Hissettiğim ağrıların acıların adını koyamıyordum o saatten sonra, çünkü çocuktum.

Yıllar geçti, artık üniversitede okumaya başlamıştım. Üniversitenin ikinci yılındaydım, “Anne Çocuk Beslenmesi” adı altında bir ders alıyordum. Uzun boylu, sarışın ve dolgun bir hatundu hocamız. Bu yüzden derse ilgim yoktu. Arka sıralarda uyuklarken hocanın o cümlesini çok net duyduğumu hatırlıyorum, ‘Laktozsuz süt üretildi arkadaşlar, artık marketlerde satılıyor. Eğer laktoza alerjisi olanlar varsa bu sütü içebilir.’ Laktoz, sütte bulunan ve sütün buharlaşmasıyla kristal halde toplanan bir disakkaritmiş. Yani süt şekeri. Laktoz, inek sütünde bulunan bir şeker türüymüş ve bağırsaklarda üretilen laktaz adlı bir enzim tarafından sindirilirmiş. Bazı kişilerde bu enzim eksikmiş (bende). Laktaz eksikliği olanlar süt içtiklerinde gaz, şişkinlik, ishal gibi sorunlar yaşarmış. Gözüm dönmüştü, hemen ayağa fırladım ve süt yüzünden neler çektiğimi anlattım hocaya. Hatun beni ne muayene etti, ne benden para aldı, ne de benim psikolojimle ilgilendi. ‘Laktozdandır, içebilirsin artık ağrımaz karnın.’ dedi.

Sonunda bilimsel olarak kanıt bulmuştum, ben yalancı değildim, ama maalesef artık psikolojim bozuk.



KÜRESEL ISINMA (PATAK)


Son elli yılın en sıcak havalarıydı, uzmanlar öyle diyordu. İsviçreli bilim adamlarının bile çaresiz olduğu günlerden biriydi.

Akşam saatlerinde çıktık dışarı, ablamla. Amacımız, gazete almaktı. (Yaftalanmamak için gazetenin adını vermiyorum.) Memleketimizin tepe noktasındaki gazeteciye uzaklığımız, aheste aheste yürüyerek yedi dakika, hızlı hızlı yürüyerek dört dakikalık bir mesafedir. O anki ruh halimiz, ‘Geç olsunda güç olmasın’dı.

Bir taraftan yürüyor bir taraftan da fısır fısır bir şeyler konuşuyorduk. Birden “PAAT!” diye bir ses duyduk, ‘Aayyh!’ diye irkildik. Biz patlangaç sandık fakat değilmiş. Neyse ki anlamamız uzun sürmedi ve iki üç metre ilerimizde ki elektrik direğinin tepesinden bir güvercin yere çakılıverdi. Hemen ardından iki yüz üç yüz metre gerimizdeki belediye binasından ‘Bibiiip!’ sesi duyuldu. (Memleketimizde elektrik kesildiğinde belediye binasının jeneratörü bu sesi çıkarır.) Evet, güvercini elektrik çarptı ve elektrik kesildi. Üzüldük ama yolumuza devam ettik, gazetemizi aldık. Eve dönerken de aynı güzergâhı kullandık. Güvercinin can verdiği yerde durduk. Ama ölü bedenin yerinde yalnızca tek bir tüyü vardı. Mahallenin afacanları alıp götürmüştür diye düşündük. O tüyü alıp hatıra olarak saklamaya karar verdik ve hemen oradan uzaklaştık. Üç dakika sonra evdeydik.

*
Akşam olmuştu, her şey normale dönmüş gibi görünüyordu. Kısa bir süre sonra elektrikler geldi. Biraz keyiflenmek için ablam ve küçük kardeşimle (küçüklüğü tartışılır) film izlemeye karar verdik. O anda fark ettik televizyonun üzerinde duran yaratığı: El kadardı, sarımtırak bir renkteydi ve gözleri kocamandı. Ablam; ‘Anaa! Yusufçuk bu.’ dedi. O güne kadar kızların boynundaki kolyelerden tanırdım onu. Küçük kardeşim, çığlık atmaya başladı, eline geçen her şeyi kendine siper yaptı, yetmedi ağladı ağladı… Ablam ve ben soğukkanlılığımızdan taviz vermeden; ‘Babaaa’ diye bağırdık. Babam geldi; ‘Aaa, Peygamber böceği’ dedi. (Daha sonra araştırdım bu böcekler birbirine benziyormuş ve bizim televizyonun üzerindeki Peygamber böceğiymiş.) Ama benim için fark etmezdi, bu şey babamın oğlu da olsa bir an önce buradan gitmeliydi. Peygamberle ilgili bir şey olduğu için onu öldürmeden göndermeliydik. Babam bir gazete parçasıyla onu usulca yakalayıp, pencereden dışarı bıraktı. (Bu sırada küçük kardeşim hala ağlıyordu) Ablam ve ben bu ilginç yaratıktan kurtulmamızı sağlayan gazete parçasını hatıra olarak saklamaya karar verdik.

*** 

Küçük kardeşimle biraz dalga geçtikten sonra normal hayatımıza döndük, film izleyip kola içtik… Daha sonra bir şeyler atıştırmak için mutfağa geçtik. Hava çok sıcak olduğundan pencereyi açmaya yeltendim ve bir de ne görelim! Kocaman bir karafatma pencerenin önünde öylece duruyordu. Elime bir terlik alıp onu hemen öldürdüm. Ablamla sinirlerimiz bozuldu, ne terliği ne de karafatmanın kopan ince bacaklarını saklamaya karar verdik. Hatta bu olayı hiç konuşmadık, birbirimize iyi geceler dileyip odalarımıza kapandık.

***
Dünyanın doğası bozuluyor gitgide. O gün yaşadıklarımız bunun göstergesidir. Bir şeyleri düzeltmek için geç kaldık, ama daha kötü olamaması da elimizde. Küremizi kurtarmalıyız, değil mi?


GÜNLÜK 2 (PATAK)


Merhaba Sevgili Günlük;

Baştan söyleyeyim moralim çok bozuk. Bugün yine okula gitmedim, okula gitmek istemiyorum. Fakat işten de ayrıldım ve derin bir boşluğun içine düştüm. Ne yapacağımı bilmez bir halde sabahtan akşama kadar film izledim. İzlediğim filmler de aşk filmiydi, depresyonda olduğumu zannediyorum, ama bundan nasıl emin olabilirim bilmiyorum.

Nadir gittiğim okulumda öğrendiğim kadarıyla depresyon; bir duygu durumudur. Her ne kadar duygularla alakalı olsa da fiziksel etkileride görülür, fakat bunlar da kişiye göre değişir. Bazıları çok yer, bazıları yemeden içmeden kesilir. Depresyona giren insanlar yavaş hareket edermiş.* Ayy... İşte benim durumuma kanıt, ben yavaş hareket etmeye başladım, hayatı adeta ağır çekimde yaşıyorum. Doktora gitmem gerekiyor günlükçüğüm. Acaba manik depresyon mu benimkisi? Manik depresyon; hastalık olarak bilinen bipolar bozukluk, mani ve depresyon nöbetlerini içeren bir ruh hastalığıdır. Hastanın duygu durumu aniden yükselir, ya çok neşeli olur ya da tam aksine çok üzgün ve ümitsiz olur. Daha sonraysa eski haline döner.** İyisi mi yarın doktora gideyim, üstelik değişik olur. Sana anlatacğım güzel şeyler olur. 

Sen günlük olduğun için, bugün yaptığım şeyleri anlatmam gerekiyor değil mi? Ama bütün günümü anlattım işte; “…sabahtan akşama kadar film izledim.” diye. Ben de böyle bir insanım “kısa ve öz”, sen de sevgili günlüksün. (!) Düşündüm de bir an, “sevgili” olmasaydın ne olurdun diye. Hımm… “Sayın Günlük”; çok resmi oldu bu. “Bilgili Günlük”; bu da olmaz senin bir şey bildiğin görülmemiştir. Hımm… Hah! Tamam, buldum; “Serseri Günlük”; yok canım bu da fazla lakayt. O zaman… “Canım Günlük”; yok yok… en iyisi sen Sevgili Günlük olarak kal, diğerleri pek sevimsiz.

Bilmem fark ettin mi Sevgili Günlük, bu sana ikinci kez yazışım ve ilk yazımın üzerinden de epey bir zaman geçmiş… (!) Şimdi oturt taşları yerine, ne bulduk? Ben sana her gün yazmıyorum değil mi? O halde neymiş? Sen “günlük” değilsin. Şimdi ismindeki bu aslı olmayan kısmı atıyoruz ve sen ne oluyorsun: “Sevgili”. Evet, aramızdaki bu hitap sorununu hallettiğimiz için çok mutluyum “Sevgili”. Bir süre sana tırnak içinde hitap edebilirim. Nitekim ben geleneksel bir insanım, yeniliklere açık, fakat alışık değilim. Anlayışın için de teşekkür ederim.

Bir daha sana ne zaman yazarın bilmiyorum, çünkü benim sağım solum belli olmaz (inanmazsanız anneme sorabilirsiniz). Bir gece ansızın gelebilirim. Hoşça kal, kendine iyi bak…

*Google'dan baktım.
** Google'dan baktım. :(


NOT: Resmi Google'dan buldum.

GÜNLÜK 1 (PATAK)


Sevgili Günlük;

Öncelikle iyi olmanı niyaz ederim ve ben, günlük tutma olayını biraz sulandırıyorum bunun için peşinen özür dilerim.

Bugün diğer günlerin aynısıydı ancak, daha ilk günden sana, 'Bugün diğer günlerin aynısıydı, çok sıradandı...' demek olmayacağı için, gün içerisinde neler yapım ettim bir bir anlatacağım.

Sabah saat 7'de telefonumun alarmı çaldı. On dakika erteledim, bu sürenin on dakika olması benim fikrim değildi. Ben sadece 'durdur' ve 'ertele' arasındaki o saliselik savaşta 'ertele'yi seçtim, telefonumda bana 'Alarm 10 dakika ertelendi' geribildirimini verdi. Bu sürenin on dakika olmasına her kim karar vermişse çok iyi ayarlamış, kendisini gönülden takdir ederim.

Alarmımı iki kere daha erteledikten sonra, hayvanlığın âlemi yok diye düşündüm ve yedi buçuk da yataktan çıktım. Banyoya girdim, bu yapay dünyada hala doğal bir yaratık olduğumu hatırlatan insani ihtiyaçlarımı giderdim, temizlendim, giyindim, süslendim ve 8'de otobüse bindim. 8 otobüsünün özelliği, 8’e 6 kala gelmesidir. 7.54 otobüsü demek zor olacak ki, ‘yuvarlak hesap 8 diyelim biz ona’ diye düşünülmüş. Bunu düşünüp ona ‘8 otobüsü’ ismini verende ben değilim, ama kim düşünmüşse pratik zekâsını takdir ederim. Otobüse biner binmez hemen teknoloji harikası telefonumu çıkarıp, kulaklığımı takıp, müziksiz geçirdiğim her dakikanın haybeye gitmiş olduğunu düşünerek 'playlist'emi açtım ve ruh halime uygun bir 'çalma listesi' hazırladım. Hüsnü Arıkan'ın 'Nereye Uçar Turnalar?' şarkısı ile yolculuğuma başladım.

Otobüs yolculuğu ve müzikle beraber o doğal süreç başladı, ayaklarımın yerden kesildiğini ve yükseldiğimi hissettim, işte bana 'bir hal geldi' ve kendi bedenimi gördüm! Şaka! Hazır telefon elimdeyken, kırk kere baktığım fotoğraflara tekrar baktım, bazılarını yakınlaştırdım, dişlerimi sarı ya da burnumu büyük buldum. Sonra mesaj kutumu açtım sırasıyla, gelen kutusu ve gönderilenlere göz gezdirdim. Son olarak, taslaklarıma bir kaç güzel söz kaydetmiştim, onları okudum. Bunların ardından rehbere baktım, hafıza durumum dikkatimi çekti, kaç ‘kartvizit’im olduğunu merak ettim; 400'lük hafızanın 332'si doluymuş. Telefonumdan da sıkıldım dışarıyı izlemeye koyuldum. Uzaklara bakarak, hayallere daldım. Bir saatlik yolculukta nerelere gittim, kimleri gördüm, neler neler konuştum. Sonra, geldik ve indim! Böylece işkence başladı, 'Ömrümün en uzun, ömrümün en kısa, ömrümün en çocuk, ömrümün en ihtiyar yolu...'nu yürüdüm ve metroya bindim. Sonra, bu yazıyı yazarken Microsoft Word programı tarafından, ‘metro’ yerine ‘yer altı treni’ni kullanabilirsiniz uyarısını alacağımı tahmin ettim! Sağa tıklayarak ‘tümceyi yoksay’dım.

Nihayet işe geldiğimde, saat dokuz buçuktu. Bilgisayarımı açtım, Libya'dan haberleri okudum, iş arkadaşlarımla sohbet ettim ve işe koyuldum...

!
Tüh! Yazarken arada 'Sevgili Günlük' demeyi, bir de 'O kadar yalnızım ki, hayat çok zor, iyi ki sen varsın, annemler beni anlamıyor, Murat beni sevmiyor, Ayşe beni kıskanıyor…' demeyi unuttum. Zaten çok yoruldum sevgili günlük, o kadar çok yazdım ama daha işe yeni geldim. Bu mesai bitmez, geç oldu ben yatayım. İyi geceler sevgili günlük, yarın kalbin kadar temiz bir sayfada görüşmek üzere...

(Bir de her gün günlük yazılmaz, yazma süresi bir gün ile bir hafta arasında değişir.)

ANLATINCA KOMİK OLMUYOR (PATAK)


Çay içiyoruz iş arkadaşlarımla ve bir konu üzerinden hepimiz sırayla başımızdan geçen olayları anlatıyoruz, “Geçen gün de bana şu oldu, inanır mısınız…”, “Bir keresin de…” ile başlayarak söyleşiyoruz. Hatta bazı geveze arkadaşlar, bizim tanımadığımız başka arkadaşlarının başlarından geçen, konumuzla ilgili olayları bile anlatıyor.

Benim de aklıma komik bir anım geldi, üstelik gevezelere bırakmayayım meydanı, çünkü her an konumuzla alakasız anılara geçebilirler, dişe dokunur bir şeyler anlatayım dedim ve konuya girdim: “Ama çok komik.” deyip bir de kahkaha attıktan sonra hararetle devam ettim anıma; “Sabah otobüsten indim, metroya doğru yürüyorum, kulaklıkla müzik dinliyorum (lafı dolandırıyorum ki, o anı tam olarak gözlerinde canlandırsınlar diye,  tasvir tekniğinde birazcık usta olduğum için). Herkes işine gücüne gittiğinden, sokaklar kalabalık. Yanımda bir teyze, sokulmuş bana bir şeyler söylüyor, ben de dalgınlıkla çıkardım kulaklığı ve ‘Efendim?’ dedim teyzeye. Şöyle bir baktı bana, afalladı biraz. Yanında tanıdığı biri varmış meğer onunla konuşuyormuş.” dedim ve konuşmamın başında attığım kahkahanın biraz daha iştahlısını attım gitti. Arkadaşlarım şöyle bir kıpırdandılar, gülümsediler (sağ olsunlar). Bakıştılar birbirleriyle, biri dudağını kıvırdı, biri belli belirsiz ‘hımmm’ dedi. Ama Pınar acımasızca, kaşlarını kaldırarak, yüzüne şaşkınlık ve hayal kırıklığı ifadesini takıp, kafasını ufak iki hareketle sağa sola salladıktan sonra; “ Eee?” dedi, fakat benim Anı’m bitmişti, söyleyeceklerim bu kadardı; “Ne ee’si? Bu kadar işte!” dedim. Bunun üzerine Pınar ve diğerleri kıkırdadılar ve Pınar’ın ağzından beni nakavt edecek cümle döküldü; “Aman (ikinci a’yı uzattı biraz), ben de bir şey anlatacaksın sanmıştım.” Çok canım sıkıldı, yıkılmıştım, “Ya işte, çok güldüm ben, komikti aslında, ama orada olmanız lazımdı…” gibi birbirinden rezil cümleler ardı ardına çıkıverdi ağzımdan, kendimi 'armut' gibi, konuştukça gözden düşüp, paramparça olduğumu hissediyor, bir an önce başkasının anısına geçilmesini bekliyordum.

Gülmek, sandığımız kadar basit bir olay değilmiş dedim demek ki. Ne bileyim yahu, demek ki onların ‘komiğine gitmedi’. O gün gururum kırık bir halde eve gittim, aynı anımı anneme de anlattım, o da gülmedi. Annemin verdiği tepki ise; “Salak mıymış kadın, ne sokulmuş yürüyor sana, yol mu kalmamış başka, ne biçim insanlar var anlamıyorum ki…” diye kendi kendine söylenip, “Aç mısın, yemeği ısıtayım mı?” sorusuyla son buldu. İşte o gün anladım bazı anılar ‘anlatınca komik olmuyor.' Anlatınca komik olmuyor...

NOT: Patak; o günden sonra, işten ayrıldı, Pınar’ı işkence yaparak öldürdü. Annesinin bütün tencerelerinin dibini yaktı ve örgü şişlerini yamulttu. O anısını hiç unutmadı, ama bir daha hiç kimseye anlatmadı. Bu olayların üzerinden yaklaşık on yıl geçtikten sonra, ortadan yok oldu. Bazı kayıtlarda, onun o gün ona sokulan teyzeyi aradığı geçiyor, fakat bugün bile gerçek bir sır olarak herpimizin aklını kurcalıyor…



BEYZBOL


Islattım saçlarımı, başka türlü dolaşıklar açılmıyor. Taradım bir güzel ve her zamanki saatte parkın yolunu tuttum. 

Dünya'nın merkezinden epey uzakta olan şehrimizin merkezinden bile uzakta olan mahallemizin tek ve değerli parkı, yine cıvıl cıvıl görünüyordu. Salıncaklar ve dönme dolap hareketliydi. Yaklaşınca gördüm, evet ordadaydı; Burak. Üzerinde 'sport' yazan şapkası, kareli kaprisi, civcivli tişörtü ile dikkat çeken tek çocuk oydu. İlk okul yıllarımızdı, zaten yetişkinlik dönemimde bu tipten etkilenmem olanaksızdır. 

O da beni farketti ve gülümseyerek yanıma geldi; "Günaydın, nasılsın?" dedi. Daha önceleri hiçbir arkadaşım bana 'nasılsın?' diye sormamıştı. Burak televizyondan fırlamış gibi konuşuyordu. Onunla tanışalı on beş yirmi gün oluyordu. Biz oyun oynamaz sohbet ederdik, o olgun bir erkekti, doğrusu bir kadına nasıl davranması gerektiğini biliyordu. Bana bilmediğim şeylerden bahsediyor, ufkumu açıyordu. İzmir'de yaşıyorlarmış, buraya yaz tatili için gelmişler. Burak'ın en büyük tutkusu ise 'beyzbol' oynamakmış, bazen bana beyzbol oynarken dikkat etmem gereken noktaları anlatırdı. Gerçi bu bilgileri değerlendirebileceğim fırsatım hiç olmadı. 

Okulların açılmasına az bir zaman kala, içimde bir hüzünle şimdiden seneyeki yaz tatilinin hayalini kuruyordum. Ve ayrılık günü geldiğinde, hayatımda ki ilk tokalaşmada gerçekleşmiş oldu. Burak elimi sıktı, 'hoşça kal, seneye görüşürüz' dedi ve gitti. "Gidene dur diyemem, giden gider zaten" dizelerini Doğuş o zamanlar seslendirseydi, hislerime tercüman olabilirdi. 

Günler geçerken sevgili babam, ablam ve beni evimizden biraz uzakta, servisle gidip gelebileceğimiz bir okula nakil aldıracağını söyledi, eğitim şartları daha iyi olan bir okula. O zamanlar eğitim şartlarının daha iyi olmasını, derslerin daha uzun süreceği şeklinde algılamıştım, hoşlanmamıştım ama mecburen kabul ettim.

Okulun ilk günü, tören başlamadan gitmiştik, babam bize okulu gezdiriyordu. Çok güzel ve farklı bir okuldu, hatta şu ana dek gördüğüm en farklı okuldu diyebilirim. Bir taraftan dolaşıyoruz, bir taraftan da babam öğütler veriyordu; 'dersi derste dinleyin, ders esnasında sıra arkadaşınızla küsün, soru sorarsa cevap vermeyin, bana okumuyorsunuz kendinize okuyorsunuz, sizin hedefleriniz var, beklenen gün gelecekse çekilen çile kutsaldır, iyi bir eğitim almanız için elimden geleni yaparım, ama bilgileri beyninizi ikiye ayırıp içine sokamam, bu sizin göreviniz.' Ürkerek dinliyoruz tabi, herşey tamam da derste arkadaşıma niye küsüyorum baba, allah aşkına saçmalama diyemedik tabi. Daha sonra sınıf seçmeye geldi sıra, babam bana; "erkek öğretmen mi istiyorsun, bayan öğretmen mi?" diye sordu. O zamanlar bayan öğretmenlerin çok dayak attığı gibi bir söylenti dolanırdı, bende cevabımı bilgece bildirdim; "kadın öğretmen beni döver, erkek öğretmen istiyorum."  İşin garibi babam tek yorum yapmadan kabul etti, kızım salak mısın ne alakası var gibi bir şey demedi. Detaylarıda hallettikten sonra tören için sıraya girdim.

Bütün yüzler yabancıydı, hızla tarıyordum, adeta tanıdık bir yüz aracasına. Aaa! O da ne? Burak... Evet ta kendisiydi. Derken o da beni farketti, farketmesiyle kırmızı biber gibi acı acı kızarması bir oldu ve aniden gözden kayboldu. İzmir'de yaşamadıklarını, beyzbol falan oynamadığını, yalan söylediğini öğrenmem uzun sürmedi. Onun korkulu rüyası olmuştum, her karşılaşmamızda hızla kaçıyordu, hiçbir zaman konuşmadık. Geçenlerde yıllar sonra otobüste karşılaştık kendisiyle, beni tanıdı ve aynı şekilde acı acı kızardı, hemen kafasını çevirdi.

Sevgili Burak; eğer bu yazıyı okuma şansın varsa bir gün, şunu bilmeni isterim ki; Önemli değil! Zaten İzmir'den bizim oraya tatile gelmiş olmanız çok saçma olurdu. Kendine iyi bak, olur öyle, öptüm bay bay.



28 Eylül 2011 Çarşamba

UNUTKAN KEKEME

Hayatımda ilk defa yazdığım satırlar anında görüntülenecek başka bir yerde. İnternet sohbetleri (chat diyenler var) hariç. Tedirgin bir halde yazıyorum şimdi. Ben ki kalemi kağıdı bir kenara attım. Tedirginim. Yazıyorum. Yazmak böyle bir şey miymiş? Tuşlar hallediyormuş sizin yerinize. Ben çok geç kaldım.

Hayatımda ilk defa kekeme biriyle konuştum bugün.

Bugünün tarihi çok önemli değilmiş aslında. Ben boş yere yıllardır olur olmaz şeylerin tarihlerini aklımda tutup yıl dönümlerinde, o olur olmaz şeyleri tekrar tekrar anmışım. Bunu da galiba bugün öğrendim. Bugünün tarihini aklımda önemsemeli miyim, tarihleri unutmanın önemini ve gerekliğini kavradığım gün olarak? Son kez. Bunu yapmalı mıyım?

Hassaslıktan öleceğim sanırım ve bu beni nihilizmin "batağına" çekiyor görüldüğü gibi: Önemsediğim şeyleri önemsememem gerektiğini acı bir şekilde anlamak.

Hayatımda gördüğüm ikinci kekeme insanı da bugün gördüm, evet. Bu "cümle sonu evetleri" de Türkçenin geldiği uçurumun kıyısını temsil eder gibi basıyor noktanın üzerine. Türkçe intihar etmezsen yavrum, biz öldüreceğiz seni, evet. Gururunu test ediyorum.

İkisi de aynı mekandaydı. Bir devlet dairesinde, tamam, isim versem de olabilir, SGK koridorlarında. Ulucanlar'da. Müze haline getirilmiş Ulucanlar Cezaevi'ne komşu bir binada. İşe gitmemek için aile hekimimden aldığım beş (5) günlük raporun karşılığında 5 günlük ücretimi kesmişlerdi. SGK sağolsun, o parayı karşılamak için varmış. Gittim gördüm, koca binalarda 3-5 adam, veznelerin ve yakın gözlüklerinin arkasına geçmiş, kağıtlarla oynayıp durmaktalar. 3 numaralı kapıdan geçmem söylendi. Geçtim. Hemen orada arka arkaya dizilmiş insanlar vardı. Ben de sıraya geçerken iri yarı bir adam: "Bu...ne....ne...sı...(hık) rası?" Öyle tatlıydı ki konuşması, herkes böyle yavaş, tane tane konuşsa, dedim kendi kendime. O zaman kavga edemezdik bence. Güler geçerdik. Dikkatle bakıyordum adama ve ağzım adamın söyleyemediği kelimelerin şeklini alıyordu. ("Sözcük", sadece Türkçe derslerinde kullanılmalı bence, burada "kelime" daha iyi.) Kanım kaynayıvermişti bu koca kekemeye. Konuştuk gülüştük. Adam işini halledip gidiverdi. Benim işimi "yapacak" memur, orta yaşını başını almış bir adamdı. Onunla da kanımız kaynadı. Hımm, diyor, adımı soyadımı tekrar ediyor, dur bir müdüre sorayım, diyor, müdüre soruyor ve bana espri yapıyordu. Eski sisteme göre halledilmesi gereken bir mevzudan beni koridora, danışma'nın arkasına yolladı! Korkuyla baktım tavana. Küçükken böyle yüksek tavanlı bir beyaz eşya mağazasına girmiştik babamla, ben böyle tavana bakarken yine, deprem oluvermişti. Deprem dediysem, küçük bir sarsıntı işte. Tavan yine öyle sallanır gibi oldu. O zamanlar da tavan bana en az o kadar uzaktı.

Biraz ilerleyip tıpkı dışarıda adres sorarken yaptığım gibi, yani biraz daha ilerlesem bulacağım aradığım yeri ama içimdeki sesler bağırıp çağırarak kafamı karıştırıyorlar, gidemiyorum; gidemedim, ulaşabildiğim yerde hemen yanıbaşımda bitiveren veznevari bir odaya doğru uzattım başımı: "Benim sağlık karnesiyle ilgili bir sorunum varmış da buraya yoladılar..." Çoktan elimdeki devlet belgelerini adama uzatmıştım. Adam ipince vücudunun üzerindeki tam olarak kurukafa kadar kuru kafasını kaldırdı, gözündeki gözlükler bile daha çok canlılık belirtisi gösteriyordu. "Do...do...ğrudur, amama...burası...değil...ile..ile...ileri...si." Hemen de başını eğiverip işine daldı. Ben yine gözlerimi pörtleme derecesinde açık buldum. "Amama! Bu...bu...bu...nasıl bir tesadüf!" Kekemelik bir tesadüf değilse kekeme insanlara rastlamamız da tesadüf olamaz. Ben şimdi bir anlam çıkaramamış olabilirim ama, o çıkaramadığım anlamın olmadığı anlamına gelmez. Hikmet, her yerdedir.

Aslında kendime göre çıkarımlarım oldu, ama, sadece kendime göre. Nedense yazasım yok şimdi.

Sonra ben bugün, birkaç devlet dairesi daha gezdim. İşlerim vardı. Para ve devlet işleri. Ulus'u alt üst ettim. Susam Sokağı'nda şöyle bir soluklandım. Yok, öyle kafeterya gibi bir şey yoktu. Hatta yoğun trafiğin olduğu bir sokaktı. Ama ben bir süre karşıdan karşıya geçmedim de durdum işte öyle. Birkaç yeşil ışığı es geçtim. Bir zamanların Susam Sokağı adlı programını hatırladığımdan değil, doğru, hatırladım ama hatrlamasaydım da öyle bir program olmasaydı da güzeldi o sokağın adı. Tatlıydı. Eski bayramlarda yediğimiz susamlı şekeri hatırlattı. Şu, hep sona kalan şeker. Susam, bir gün açmayacağım pastanemin hayalimdeki adıydı üstelik. Geçtim gittim işte. Hayalleri.

Sonra unuttuğum tarihleri tekrar tekrar unuttum.

Haftanın bitimine kaç gün vardı, bir an için hesap etmekten vazgeçtim.

Ulus Heykeli'nin her ayağı yere değen atının ve Ata'nın yanından yokuş aşağı vurdum kendimi.

Kekeme olsaydım da güzel olurdu, dedim. Bu otobüslere yine binerdim, bu yollardan yine geçerdim ve yine bu otobüslerde Orhan Gencebay dinlerken cam kenarı uykusuna dalardım.

İşte herkes görsün ki ben az önce bunları yazdım.

3 Temmuz 2011 Pazar

MUKADDES (PATIRTI)

Taksim’den Beşiktaş’a yürürken söylemişti bunu. Bu, iki aydır düşündüğüm cümleyi. O sırada ben, bir şeylere katlanıyormuşum gibi hissediyordum. Birileri bana merhametsizce eziyet ederken gözlerim sıkı sıkı kapalı, ellerim kulaklarımda, dişlerim birbirine kenetlenmiş vaziyette yalnızca bu acı günlerin sona ermesini bekliyormuşum gibi. Üstelik sözünü ettiğim zalimler, “en sevdiğim”i öldürmüşlerdi sanki. Benimse ölmeye bile hakkım yoktu. Bu acıyı hissederek yaşamalıydım.

***

İskeleye doğru ağır ağır yürüyorduk. Maça gidenlerin telaşının arasında inatla yavaş kalıyorduk. Ve sakin. Etrafımdaki her şey bana bir şeyler işaret ediyordu sanki. Yanımdan geçerken gözlerine baktığım insanlar, yokuş aşağı inerkenki o muğlaklığımız, gökteki koyu mavi gri arası renk… Ancak, ne denildiğini, nereye bakmam ve neyi görmem gerektiğini anlayamıyordum bir türlü. Kendi yüzümdeki hüznü bir türlü hayra yoramıyordum.

***

Haydarpaşa manzarasını izlemek niyetiyle gittiğim, lakin yapılmakta olan yeraltı treni inşaatından iş makineleri yüzünden denizi bile göremediğim terasta oturmaktayım şu an. Benim bulunduğum masa dışında üç masa daha dolu. İkisinde genç çiftler “manzara”nın “tadına varıyorlar” hemen yanımda olan diğerinde ise iki ihtiyar muhabbet ediyorlar. Şehrin ışıkları yanmış, öte yandan kendi kendine de yetiyor. Güneşin son çırpınmaları yardımıyla deniz, iyi rolü yapan bir vampiri andırıyor. O gedik gülüşünün ardından, sivriltmeye başlamış parıldayan dişlerini. İstanbul’da, hele de bu kadar yakınken onlara, martılardan bahsetmezsem olur mu? Buralara kadar gelip de kendini var edememiş, İstanbul’a bir türlü kendini sevdirememiş bizlere homurdanarak uçuşuyorlar.

Mango aromalı çayımdan bir yudum alıyorum - aromalı çayı küçük bir demlikte getiriyorlar ve iki tam fincan çay çıkıyor. Hesaplarıma göre iki aromasız çay fincanına ödediğim paradan daha az para ödeyerek daha fazla kalabiliyorum burada- ve yazmaya devam ediyorum. Çirkinleşen yazıma aldırış etmeden yazıyorum. Aklıma ne gelirse yazıyorum. Bir olayı anlatırken arada bir yerlere “Siyah çantalı kadının ayakkabıları ne kadar güzelmiş” Ya da “yan masadakiler bu kadar neye gülüyorlar?” gibi cümleler atıveriyorum. Aynen konuşma anında ağzımızdan dökülen özensiz kelimeler misali. Aslında tam da kendimle sohbet ediyorum şu an.

Taksim’den Beşiktaş’a yürüdüğümüz günden beri düşündüğüm cümle hakkında yazıyorum. Soruyorum. “Ne zaman?” diyorum. “Yakında mı?” “Yarın mı?”

Ev sahipliği ettiğini anladığım, ihtiyar misafirine soruyor: “Mukaddes ne zaman gelecek?” Bilmiyorum, diyorum. Ben de Mukaddes’i bekliyorum. Buraya sık sık gelerek, tek başıma dört kişilik bir masayı işgal ediyorum. Mango aromalı –sipariş ederken söylemekte zorluk çekiyorum.- çay söyleyip yalnızlık çekiyorum. Ayrıca her sabah uyandığımda yorgunluktan başka bir şey hissetmiyorum. Mutsuzum.

İhtiyar misafir ciddi bir ses tonuyla, bak ilk defa senden ciddi ciddi bir şey rica edeceğim, diyor. İkisi de Mukaddes’i çoktan unutmuş görünüyorlar.

Bardağımdan son yudumumu alıp hasır sandalyenin arkasına yaslıyorum sırtımı. Birazdan buradan gitmek zorunda kalacağım ve şimdiden neresi olacağına karar vermeliyim.

***.

İskeleye yaklaştığımız bir yerde “İstanbul’u anlamlandırmalısın.” demişti uzun boylu arkadaşım. “Bekle, bir sevgiliyi bekler gibi bıkmadan bekle. Bir kadını bekler gibi bekle. Gün gelecek, o bütünlük duygusunu hissedeceksin. İşte o zaman İstanbul senin için anlamlı olacak.” diye de eklemişti.

***

Bundan kısa süre sonra yapboz beğenmeye çalışırken bir kadına âşık oldum. Bembeyaz boynunu omuzlarına kadar açık bırakan koyu yeşil elbisesinden görünmeyen elleriyle o sıcacık, sapsarı olmuş havanın rehavetini kırmızı yelpazesiyle dağıtmaya çalışıyordu. İncecik dudakları büzülmüş, yüzünde hınzır bir gülümseme kol geziyordu. Sanki yasak bir şey görmüş de saklar gibi. Tablo, Klimt’e aitti. Ve adı bence Mukaddes’ti. Parçalanmış bir halde bütünlüğe kavuşmayı, anlamlandırılmayı ve hayran olunmayı bekliyordu. Ellerimin arasında evirdim çevirdim. “Yaralısın, belli.” dedim. “Seni sevgimle iyileştireceğim.”

***

Saatime bakıyorum. Dibinde çay tozları kalmış fincanımı kafama dikip doluca bir yudum almış gibi yutkunarak bir yere geç kalıyormuşçasına hızlı hızlı toplanıyorum. Hesabı ödedikten sonra -5.00 tl- geldiğimden beri ne yazdığımı deli gibi merak eden garsona selam verip atılıyorum sokağa.

İŞARET (PATAK)

Isıyı 180 dereceye çıkardım, 30 saniye kadar beklemem gerekirdi ki düzleştiricim ısınsın. Bu sırada ruj sürebilirdim, zamanı iyi kullanmamız gerekir! Evet, saçlarımı da düzleştirdiğime göre artık okula gitme vaktim gelmiştir.

Sandviç aldım elime, okula yürürken yemek için. Nedense yolda yürürken bir şeyler yemek havalı göründüğüm hissi verir bana, kendimi toplantısına geç kalmış başarılı bir iş kadını gibi hissederim. Sandviçimi bitirmiştim ki Ahmet’le karşılaştık, bizim fakültedendi, yakışıklıydı ya da eğitim fakültesinde olduğumuzdan bana öyle geliyor, bilemedim! Kibar çocuktu, evlenilirdi onunla. Ahmet’le evlensem akrabalarım severdi onu, ‘Efendi çocuk, aferin’ derlerdi.

Neden Ahmet’le evlenmeyi düşündüm bilmiyorum, ama o an evlenmek istediğiyle dolup taştım. Evlenilecek insan için aile ve akraba onayı çok önemlidir, çünkü bir ilişki sadece iki kişi arasında değildir. Beraberliği onaylayanlar ve onaylamayanlar vardır. Bunları düşünmeye dalmışken bir sarsıntıyla kendime geldim. Tam bir adım önümde iki otomobil birbirine girmişti, bir adım daha atmış olsam, ezilmiş, geberip gitmiş olacaktım. Bu olayı bir işaret olarak kabul edip, bugün evleneceğim adamı bulmaya karar verdim.

***

Kantine girdiğimizde Ahmet’le görüşmek üzere ayrılıp, başka masalara oturduk. Takımım 90+2’de gol atmışta, son anda Şampiyonlar Ligi’ne katılma hakkı kazanmışız gibi bir hal vardı üstümde (buradan futbolla ilgilenen genç erkek arkadaşlarımıza merhaba diyorum, biliyorum Şampiyonlar Ligi, Premier Lig, Turkcell Süper Lig falan, biliyorum yani…) Mehmet geldi o an yanıma, okulda son senesiydi, mezun olup gidecekti. KPSS kursu, tez falan derken epey bunalmıştı, oracıkta teselli etmek istedim onu ama mani oldum kendime. Biraz durgundu Mehmet, hani evlenecek olsak, akrabalar; ‘Nerden buldun bu sümsüğü?’ derlerdi, olmaz Mehmet’i unutmalıydım. Havadan sudan konuşuyorduk ki, Ayşe, Fatma, Hayriye ve Yavuz dersten çıkıp geldiler, masamıza oturdular. Yavuz inanılmaz bir çocuktu, çay bardağını ağzına götürürken, kol kası adeta dersini yırtıp çıkmış, yanağımdan makas alarak ‘Nasıl gidiyor bebek?’ diye sormuştu. Yavuz’la evlenecek olsam akrabalar; ‘Ohh maşallah, işin iş kızım’ derlerdi, ‘Ooo, yavruya bak’ bile diyebilirlerdi. Biraz muhabbet ettikten sonra bahçeye çıktım, karar vermek için düşünmeliydim. Bir sigara çıkardım, tam yakacaktım ki aşağı fakülteden arkadaşım Yiğit yaktı. Çok içerdi Yiğit, saçı sakalı birbirine karışmış olurdu her daim, derslerle de ilgisi yoktu, işi gücü serserilikti, onunla evlenecek olsam akrabalarım; ‘Ayyaş karısı mı oldun?’ derlerdi, fakat artık karar vermeliydim. Bugün aldığım işarete göre, evlenip mutlu olacağım erkeği bulacaktım, düşünüyor yoğunlaşmaya çalışıyordum. Diğer masalardaki tanıyıp tanımadığım erkekleri inceliyor, akrabalarımın yorumlarını tahmin etmeye çalışıyordum. Yakın arkadaşlarıma durumu anlatıp, danışmaya karar verdim ve tekrar kantine dönmek için harekete geçtim. Arkadaşlarımın olduğu masadan kahkahalar yükseliyordu, el ettim, beni gördüklerinde kahkahaları iki katı arttı. Yaklaştığımda, derse neden girmediğimi sordular, işim vardı buralardaydım dedim. Meğer “devamsızlığım” dolmuş üstelik ödevde vermemişim, dersin hocası; ‘söyleyin o şaşkına, bir daha hiçbir dersime girmesin’ demiş, o an akrabalarım olsa şimdi ne derlerdi diye düşünürken buldum kendimi, sinirlendim ve eşyalarımı alıp hemen uzaklaştım oradan.

Anlamıştım, işareti yanlış anlamıştım, aslında işaret, “Gözünün önüne bak” demek istiyordu. Peki, ama ben şimdi akrabalarıma ne diyecektim!

23 Mayıs 2011 Pazartesi

TABİATTAN CEVAP

“O binalarda milyonlarca insan, milyonlarca kağıtlara, milyonlarca sözcükler yazıyor.”
                                                               Sadık Yalsızuçanlar, Ayan Beyan



“-Ben daktiloluk istemek değil, çalışmaktan nefret ediyorum. Beni bunlara hayat mecbur ediyor.
-Haaa, eveeet! Benim gibi… Ben de, dedim, çalışmaktan hiç hoşlanmam. Bir kolayını bulabilsem hemen işi bırakırım.”
                                                           Memduh Şevket Esendal, Ayaşlı ile Kiracıları



 Çalışmak üzerine düşünmekten sıkılmış, kendime “çalışmayı seviyorum” diyebilmek için türlü işkenceler yapıyordum. İş çıkışında hemen otobüse atlayıp eve, ne yapacağımı bilemediğim saatlere vermeden önce kendimi, Ankara’nın sokaklarında dolaşıyordum biraz. Aslında burada da ne yapacağımı bilmez haldeydim, ama sokaklardayken bunun farkında olmadığımdan sıkılmıyordum. Gümüşçülerde vakit harcıyordum. Her pasajda bir sürü gümüş dükkanı vardı, bu kadar rağbet görüyor demek diyordum kendime. Peki, neden imitasyon takılar daha yaygındı, neden herkeste aynı ürünler vardı? İşte bunlara canım sıkılıyordu, bunları düşünüyordum.

Sahafları dolaşıyordum, büyük kitapçılara girip çıkıyordum. Bu kadar çok kitabın buralara, hangi ara, kimler tarafından yığıldığını merak etmiyordum o sıralar. Ta ki bir gün büyük bir kitapçıda tüm rafları gezinip ‘dikkatli okur köşesi’ne gelene kadar...

Aaa, dedim, bir ben değilmişim düşünen: Raflardan birinde çalışmak üzerine yazılmış birkaç kitap vardı. Tabii ki tahmin ediyordum daha önce düşünüldüğünün; çalışmaktan memnun olmayan çoğunluğun farkındaydım.

Çok tuhaf bir burukluk hissettim işte o an: Bir şeylerden rahatsız olmuş, mutsuzluk duymuş, bir şeyleri sorgulamıştım. Düşünceler geliştirmiş, isteksiz çalışmaya-çok çalışmaya alternatif ne olabilir diye düşünmüştüm. (Bunun cevabını bulamadım, evet.) Şimdi kitapların isimlerine bakıyordum ki tüm bunlar zaten düşünülmüş şeylermiş. (Gerçi başka konular üzerine yazılmış kitap sayısı daha fazlaydı, gözümden kaçmadı.) Halbuki, tüm bunları düşünen ilkmişim gibi gelmişti. İnsanların benim fikirlerimi öğrenip etkilendiği, uyandığı ve sorgulamaya başladığı hayaline doyamamıştım, tam burada işte, dikkatli okur köşesinde. Aynı sıkıntılar aynı sonuçlara götürüyor, diye düşündüm. Kitapları biraz inceledikten sonra raftan Alain de Botton’ın “Çalışmanın Mutluluğu ve Sıkıntısı”nı alıp çıktım.

Acı bir gerçekle karşılaşacağım hissiyle kitaba bir türlü başlayamadım birkaç gün. Düşünüyordum, hayat güzel olabilir mi, diye. Aslında çok da düşünmeye gerek yoktu; cevabı, en azından benim için açıktı. Her yerde Orhan Pamuk’tan örnek vermek de sıkıcı olmaya başladı ama daha iyisini bilmiyorum: Onun gibi pat diye her şeyi bırakıp romancı (ya da başka bir şey) olmaya karar veremezdim. Çünkü buna destek çıkabilecek ‘çevrem’ yoktu ve memuriyetin yerine koyabileceğim şeyi tüm çabalarıma rağmen bulamamıştım. Çabam da gerçek bir ‘çaba sayılmazdı üstelik, bu bile bir riskti sonuç olarak. Seçtiğim şeyde bir ihtimal olan başarısızlığı göğüsleyebilecek özgüvene de sahip değildim. Yeni işimi sevmezsem eğer, iş çıkışları kafa dağıtacak bir şeyler yapmak da yetmeyecekti, çünkü o saatten sonra bunun hayatımda yaratacağı çatışmayı atlatabilecek güçte olmayacaktım. Tüm bunların hesabını bu kadar kara bir deftere yapmak bile benim şimdiki yerimden dışarıya bir adım dahi atamayacağımın göstergesiydi.

Bu yüzden hiçbir şey beni hayatın güzel olacağına inandıramazdı.

“Çalışmanın Mutluluğu ve Sıkıntısı”nı okudum tabii. Alain de Botton, hayatın güzel olamayacağını doğrudan savunmuş olmasa da incelediği on meslek alanını uzun cümleleriyle anlatırken hissettiriyor inceden. Kitabın her satırını ‘ağzımı açarak’ okurken karamsarlığa kapıldım, zaten bu kitap okunmayacaktı. Bir başlansa yarım bırakılma ihitmali yüksekti. Kimsenin bu uzun cümlelere ayıracak vakti, sabrı ve dikkati yoktu. Mutluluğu, bize dayatılan iş saatlerini sorgusuzca ve iyi hizmet ve gönül rahatlığıyla bitirerek bulan biz; yediğimiz ton balıklarının, bisküvilerin nereden geldiği, ressamların aynı ağacı yüzlerce kez resmedip sergilerken ne amaçladığı, okyanuslar aşan nakliye gemilerinin ne getirdiği, roketlerin neden uçtuğu gibi, hiç merak etmediğimiz şeyleri anlatan, kabulleniverdiğimiz hayatı, ayna tutarak gösteren bir kitaba nasıl katlanacaktık?

Altını çize çize yıprattığım kitapta alıntılamam gereken, üzerine söylemek istediğim, söylemem gereken o kadar çok satır var ki…

2011’in mart ayında iyi giden havaların tuhaf bir şekilde bozulmasıyla ‘kazandığımız’ iki günlük kar tatiline (altını çiziyorum) sevinip bunu evde yatarak değerlendirmek istedim ve kitabı bitirdim. Koca kitapta bana ümit, evet, gerçekten ümit veren tek bölümü buraya almak istedim:

“Roket mühendisleriyle teknisyenlere bir zamanlar atalarımızın tanrılarına gösterdiği gibi bir saygıyla bakma gereğinin tuhaflığını hissettim yine.

Bu uzmanlar hayranlık duyulacak nesneler olarak geceleri seyrettiğimiz gökyüzü ve dağlarla kıyaslandığında yakışık almaz ve can sıkıcı geliyordu.

Bilim öncesi çağ, ne kusurları varsa da yaşayanlarına hiç olmazsa insan yapımı her türlü başarının evrenin manzarası yanında önemsiz kalacağını bilmekten kaynaklanan bir iç huzuru vermişti.

Zımbırtılarımızla daha çok mutlu, ama genel halimiz konusunda daha az mütevazı olan bizler, zeki, mükemmel, kocaman gözlüklü ve ahlaken sorunlu insan kardeşlerimizden daha baskın bir yücelik kaynağından yoksun olmamamızdan kaynaklanan kıskançlık, endişe ve kibir duygularıyla boğuşmaya terk edilmiştik.”

Kar gerçekten lapa lapa yağıyordu Ankara’da, Mart ayında. Kitap bitmişti ve gerçek bir sorgulamayı esas şimdi başlatmıştı. İki gün sonra Japonya’da deprem oldu ve hemen arkasından Büyük Meiji Tsunamisi…  Böylesi bir felaketten çağımızın bize verdiği hastalıklı hali düşünmek ve bundan ders çıkarmak çok acıydı ama içimi rahatlatan da bu oldu: Tabiatı bozmaya devam ediyorduk ama ona hala karşı gelemediğimizi bilmek, o tanrısal saygıyı biraz olsun hafifletecekti belki…

Ve Oblomov’dan alıntılamadan bitiremeyeceğim:

“…yağmur, sıcak hava ya da sadece can sıkıntısı gibi şeylerin işe gitmemek için yeterli ve haklı sebepler olacağını sanıyordu. Ama sağlıklı bir memurun işe gitmemesi için en az deprem gibi bir şey olması gerektiğini görünce çok üzüldü.”
                                                                       İvan Aleksandroviç Gonçarov, Oblomov



PATA KÜTE - MART 2011

UÇKUR UĞRUNA KAOS

“Güne iyi başladım” diye düşünmeme ramak kalmıştı. Kadrolu çalışanlarımızdan Şakir Abi iki bin yıl  önce sırattan geçemeyeceğini anlayıp köprünün eklem yerine monte edilmiş çivilerden birini sökmemiş, yine aynı çivi ile  iki bin yıl sonra cennete tünel kazarken yakalanmamış olsaydı... Üzücü olan durum ise cennete ulaşmasına 2 cml’ik bir lav tabakası kalmışken yakalanması. Lav sıvama bölümünde çalışan arkadaşların rivayetlerine göre  bozuk para büyüklüğünde bir delik açacak kadar ileri gitmiş, hatta 2-3 Huri gördüğünü iddia edenler bile olmuş. Sonuç olarak Şakir Abi cennetin “altından ırmaklar akan” bir yer olduğunu hesaplamayarak kazdığı tünelden cehenneme oluk oluk su akmaya başlaması ile  yakayı ele verdi.  Aday Zebaniler kendi aralarında konuşurken duydum Tanrı da çok sinirlenmiş bu olaya. Aslında hak vermiyor değilim hani, sen o kadar uğraş didin altından ırmaklar akan cennetler kur;  durmadan körükleyerek, tonlarca yakıt tüketerek dekore ettiğin cehennemi biri delsin, cenetten cehenneme doğru akmaya başlayan ırmaklar cehennemi söndürsün, bir de yetmezmiş gibi iki bin yıl önce çalınan çivi sonucu direnci azalmış  sırat köprüsü aynı gün yıkılıversin, olacak iş mi ?  Kim sinirlenmez böyle bir duruma.  Anlayacağınız buralar çok karıştı, bu durumu fırsat bilen zebaniler rüşvet karşılığı akın akın cennete firarlar olmasına neden olmakta. Yukarıda ise durum içler acısı; yeni kaydı yapılan merhumlar sırat köprüsü yıkıldığı için yerlerine gidemiyor, köprünün yamacına birikiyorlar. Tahminlerime göre iki güne kalmaz bu yığılmadan dolayı aşağıya (buraya) düşecekler kısım kısım. Köprünün inşasında görev alması beklenen müteahhitlerin cennette mevcut olmaması nedeniyle onarım işine başlanılamıyor ne yazık ki.       

Oysa düne kadar her şey ne kadar sıradan ve sakindi.  Her  zaman ki gibi işten-hücereye rutin, huzurlu bir hayatım vardı. İş dedimse bilindik anlamda bir iş değil bu. Cezamın ağırlığı hafifletilip süresi uzatıldıktan sonra  “İbret Tur” da rehber olarak çalışmaya başladım, cenetten gönderilen turistlere cehennemi gezdiriyor, “ burası sevişkenler bölümü,  dünya aleminde sorgusuz, sualsiz ve tabi ki izinsiz şekilde sevişenlerin günde 2 saat olmak üzere 4000 fahrenhayt  ısıyla diyetlerini ödedikleri bölüm”  gibi cehennemin birimleri hakkında bilgi vererek turistlerin bunlardan ibret almasını sağlıyordum. Tur şirketimizin sloganında belirtiltiği üzere " Hayat tümüyle ibretten ibaret"ti  benim için.  Cezamın bitmesine sadece 3 milyon yıl kalmıştı, şimdi durup dururken 2-3 Huri göreceğim ayağına bu kaosun oluşması şart mıydı be Şakir Abi. Kısacası olaylar dünyada olduğu gibi bu alemde de değişmedi, insanoğlu uçkur davası uğruna kendini harcamaya devam ediyor. (fark ettiyseniz hala “ibret” temalı mesajlar veriyorum)  Böyleyken böyle işte...             

Siz şimdi merak ediyorsunuz değil mi tüm bunlar yaşanırken şeytan neredeydi diye;

İçimizde>

PİSİ PİSİ - MAYIS 2011

7 Mayıs 2011 Cumartesi

GÜNLÜK 2

Merhaba Sevgili Günlük;

Baştan söyleyeyim moralim çok bozuk. Bugün yine okula gitmedim, okula gitmek istemiyorum. Fakat işten de ayrıldım ve derin bir boşluğun içine düştüm. Ne yapacağımı bilmez bir halde sabahtan akşama kadar film izledim. İzlediğim filmler de aşk filmiydi, depresyonda olduğumu zannediyorum, ama bundan nasıl emin olabilirim bilmiyorum.

Nadir gittiğim okulumda öğrendiğim kadarıyla depresyon; bir duygu durumudur. Her ne kadar duygularla alakalı olsa da fiziksel etkileride görülür, fakat bunlar da kişiye göre değişir. Bazıları çok yer, bazıları yemeden içmeden kesilir. Depresyona giren insanlar yavaş hareket edermiş.* Ayy... İşte benim durumuma kanıt, ben yavaş hareket etmeye başladım, hayatı adeta ağır çekimde yaşıyorum. Doktora gitmem gerekiyor günlükçüğüm. Acaba manik depresyon mu benimkisi? Manik depresyon; hastalık olarak bilinen bipolar bozukluk, mani ve depresyon nöbetlerini içeren bir ruh hastalığıdır. Hastanın duygu durumu aniden yükselir, ya çok neşeli olur ya da tam aksine çok üzgün ve ümitsiz olur. Daha sonraysa eski haline döner.** İyisi mi yarın doktora gideyim, üstelik değişik olur. Sana anlatacğım güzel şeyler olur. 

Sen günlük olduğun için, bugün yaptığım şeyleri anlatmam gerekiyor değil mi? Ama bütün günümü anlattım işte; “…sabahtan akşama kadar film izledim.” diye. Ben de böyle bir insanım “kısa ve öz”, sen de sevgili günlüksün. (!) Düşündüm de bir an, “sevgili” olmasaydın ne olurdun diye. Hımm… “Sayın Günlük”; çok resmi oldu bu. “Bilgili Günlük”; bu da olmaz senin bir şey bildiğin görülmemiştir. Hımm… Hah! Tamam, buldum; “Serseri Günlük”; yok canım bu da fazla lakayt. O zaman… “Canım Günlük”; yok yok… en iyisi sen Sevgili Günlük olarak kal, diğerleri pek sevimsiz.

Bilmem fark ettin mi Sevgili Günlük, bu sana ikinci kez yazışım ve ilk yazımın üzerinden de epey bir zaman geçmiş… (!) Şimdi oturt taşları yerine, ne bulduk? Ben sana her gün yazmıyorum değil mi? O halde neymiş? Sen “günlük” değilsin. Şimdi ismindeki bu aslı olmayan kısmı atıyoruz ve sen ne oluyorsun: “Sevgili”. Evet, aramızdaki bu hitap sorununu hallettiğimiz için çok mutluyum “Sevgili”. Bir süre sana tırnak içinde hitap edebilirim. Nitekim ben geleneksel bir insanım, yeniliklere açık, fakat alışık değilim. Anlayışın için de teşekkür ederim.

Bir daha sana ne zaman yazarın bilmiyorum, çünkü benim sağım solum belli olmaz (inanmazsanız anneme sorabilirsiniz). Bir gece ansızın gelebilirim. Hoşça kal, kendine iyi bak…

*Google'dan baktım.
** Google'dan baktım. :(

5 Mayıs 2011 Perşembe

ANLATINCA KOMİK OLMUYOR!

Çay içiyoruz iş arkadaşlarımla ve bir konu üzerinden hepimiz sırayla başımızdan geçen olayları anlatıyoruz, “Geçen gün de bana şu oldu, inanır mısınız…”, “Bir keresin de…” ile başlayarak söyleşiyoruz. Hatta bazı geveze arkadaşlar, bizim tanımadığımız başka arkadaşlarının başlarından geçen, konumuzla ilgili olayları bile anlatıyor.

Benim de aklıma komik bir anım geldi, üstelik gevezelere bırakmayayım meydanı, çünkü her an konumuzla alakasız anılara geçebilirler, dişe dokunur bir şeyler anlatayım dedim ve konuya girdim: “Ama çok komik.” deyip bir de kahkaha attıktan sonra hararetle devam ettim anıma; “Sabah otobüsten indim, metroya doğru yürüyorum, kulaklıkla müzik dinliyorum (lafı dolandırıyorum ki, o anı tam olarak gözlerinde canlandırsınlar diye,  tasvir tekniğinde birazcık usta olduğum için). Herkes işine gücüne gittiğinden, sokaklar kalabalık. Yanımda bir teyze, sokulmuş bana bir şeyler söylüyor, ben de dalgınlıkla çıkardım kulaklığı ve ‘Efendim?’ dedim teyzeye. Şöyle bir baktı bana, afalladı biraz. Yanında tanıdığı biri varmış meğer onunla konuşuyormuş.” dedim ve konuşmamın başında attığım kahkahanın biraz daha iştahlısını attım gitti. Arkadaşlarım şöyle bir kıpırdandılar, gülümsediler (sağ olsunlar). Bakıştılar birbirleriyle, biri dudağını kıvırdı, biri belli belirsiz ‘hımmm’ dedi. Ama Pınar acımasızca, kaşlarını kaldırarak, yüzüne şaşkınlık ve hayal kırıklığı ifadesini takıp, kafasını ufak iki hareketle sağa sola salladıktan sonra; “ Eee?” dedi, fakat benim Anı’m bitmişti, söyleyeceklerim bu kadardı; “Ne ee’si? Bu kadar işte!” dedim. Bunun üzerine Pınar ve diğerleri kıkırdadılar ve Pınar’ın ağzından beni nakavt edecek cümle döküldü; “Aman (ikinci a’yı uzattı biraz), ben de bir şey anlatacaksın sanmıştım.” Çok canım sıkıldı, yıkılmıştım, “Ya işte, çok güldüm ben, komikti aslında, ama orada olmanız lazımdı…” gibi birbirinden rezil cümleler ardı ardına çıkıverdi ağzımdan, kendimi 'armut' gibi, konuştukça gözden düşüp, paramparça olduğumu hissediyor, bir an önce başkasının anısına geçilmesini bekliyordum.

Gülmek, sandığımız kadar basit bir olay değilmiş dedim demek ki. Ne bileyim yahu, demek ki onların ‘komiğine gitmedi’. O gün gururum kırık bir halde eve gittim, aynı anımı anneme de anlattım, o da gülmedi. Annemin verdiği tepki ise; “Salak mıymış kadın, ne sokulmuş yürüyor sana, yol mu kalmamış başka, ne biçim insanlar var anlamıyorum ki…” diye kendi kendine söylenip, “Aç mısın, yemeği ısıtayım mı?” sorusuyla son buldu. İşte o gün anladım bazı anılar ‘anlatınca komik olmuyor.' Anlatınca komik olmuyor...

NOT: Patak; o günden sonra, işten ayrıldı, Pınar’ı işkence yaparak öldürdü. Annesinin bütün tencerelerinin dibini yaktı ve örgü şişlerini yamulttu. O anısını hiç unutmadı, ama bir daha hiç kimseye anlatmadı. Bu olayların üzerinden yaklaşık on yıl geçtikten sonra, ortadan yok oldu. Bazı kayıtlarda, onun o gün ona sokulan teyzeyi aradığı geçiyor, fakat bugün bile gerçek bir sır olarak herpimizin aklını kurcalıyor…

HAYAT GÜZEL OLABİLİR Mİ?


“Herkes bir şey yapmaya mecbur. Herkesin bir talihi var. Ne bileyim, ben, bu talihi kendinden, iç dünyasından bir şeyler katarak yaşamayı seviyorum. Yani sanatı seviyorum. Belki o bizi ölümün en iyi, en rahatça kabul edebileceğimiz çehreleriyle karşılaştırıyor. Şurası muhakkak ki, bir insanın hayatı bazen bir sanat eseri kadar güzel olabiliyor. Onu bulduğum zaman…”
                                                                                                                     Huzur, Ahmet Hamdi Tanpınar

Sorgu

Yaklaşık bir yıl önce işsizdim, bir yerlerimin ağrımaması için nöbetleşe sağa sola dönerek yatakta öylece yatıp dururken ne yapacağımı düşünüyordum, fakat yapacak uygun bir şey bulamıyordum. Bazılarımızın hayatta hiçbir planı yoktu benim gibi. Var olan planları da kendimiz istememiştik aslında.

İşsizliğin ya da sevmediğimiz bir işte çalışmanın sıkıntıları yüzünden çareyi psikologlarda arıyor ve kendi içimize bakabilmeyi öğrenmeye çalışıyorduk. Bir arkadaşıma hayattaki “B Planı” sorulmuştu. Fark ettim ki bir şekilde tamamlamak zorunda olduğumuz bu hayatı ikinci bir yoldan götürmeyi hiç düşünmemiştik. Ya memur olacaktık ya da en fazla memur olmazdık da patronlu bir işte çalışırdık ikinci yol olarak. Ya çok çalışacaktık, ya da az. Ya az kazanacaktık, ya da iyi. Şu an bile bunlara alternatif bir şeyin hayati geçerliliği olamayacağı ihtimalini görmezden gelip hayallerime ‘plan’ diyemiyorum. Ama bir hayalim var dersem de yalan olur. Henüz yok.

İşsiz, dolayısıyla da beş parasız dolaştığım aylarda ne iş olsa yaparım diyen bir atılganlığa bile sahiptim her işsiz gibi. Bir işim olsun diye KPSS kurslarında süründüğüm zamanlardı bu zamanlar. Öğrencilik hayatının devamı gibiydi. Ama her anı öğrencilikten daha acıklıydı. Hüzünlü işsizlik hikayelerine sahip, bir sınıf dolusu insanla derslere, deneme sınavlarına girip çıktım. Yaşı geçmiş -genelde acı bir gülümsemeyle söylenir bu- bir baltaya sap olamamış, bu yüzden de evlenememiş erkekler, atandığı yerdeki yaşam şartlarına dayanamayarak kaçıp gelmiş küskünler, mezun olur olmaz evlenip çocuk yapmış, hayatında iş bulmaya ancak sıra gelmiş sıkılgan kadınlar, yeni mezun olanlar ya da mezun olacak öğrenciler, bir de benim gibi sürekli aynı şeyi deneyenler. Bu, benim de içinde bulunduğum grup aslında hepsini kapsıyordu, çünkü bu insanlar eğer bu yıl memur olma hakkı elde edemezlerse seneye yine deneyecekler ve bu son gruba dahil olmuş olacaklardı.

Herkes dibine kadar mutsuz değildi aslında, insanlar istediği iş için çabalarken bile mutluydu. Ama ben memur olmak isteyen bir insanı hep mutsuz ve çaresiz zannederdim, ben öyleydim çünkü. Ben de onlar gibi hayal kuruyordum ve bu hayaller elbette ki beni çok mutlu ediyor, geleceği sabırsızca bekleyen heyecanlı bir kadın gibi hissettiriyordu. Bazen ise tüm bunların gerçekçi olmadığını düşünüyordum. O zamanlar sadece mutlu olmak için iş arıyordum ama gerçekleri de acı bir şekilde hayal edip içimdeki ‘iş bulsan da mutlu olamayacaksın’ diyen çirkef bir sesin söylediklerini not ediyordum günlüğüme. Kötü değildi elbet, okulun birinde kadrolu bir öğretmen olmak. Her ay belirli miktarda paran güvencede, kim istemez? Sonra evlilik; çocukların hayata dahil olması. Mavi bluza uygun takı arama girişiminde bambaşka şeylere para harcamak. Kışlık yazlık kıyafetler ve kombinasyonları. Havı dökülmemiş atkılar, şallar, makyajın uyumu ve iz bırakmadan silinmesi. Kiloları atmak. Sıkılaşmak. Kocanın ilgisini hep canlı tutma yöntemleri. Teknoloji çılgınlığı. Gündelik dertler, zevkler, telaşlar, kaçışlar… Evet, bir iş, bir aile, para; yaşama kapılış ve her şeyi unutuş… Bizim bir işimiz ve paramız olmadığı için her şeyin farkında gibiydik.

Kısacası, devletin memur atama sıralamasına giremedim birçokları gibi, ben de onunla işbirliği yapmaktan vazgeçtim. Daha sonraları para kazanabileceğim bir iş yapmaya başladığımda yaşadığım hayal kırıklığı ve beni anafor gibi içine çeken mutsuzluk dalgasının işsizken yaşadığım mutsuzluktan daha gerçekçi olduğunu anladım.

Mutsuz Çalışan

Sonra ben o yatakta düşünür ve sınavdan sınava koşuşturmaktan yorgun düşmüş bedenimi ve zihnimi hem dinlendirir hem de bir sınava hazırlanmamak yüzünden düştüğüm boşluğun –itiraf ediyorum- tadını çıkarırken tesadüfen bir iş buldum ve sabahlara kadar oturup akşamlara kadar yatmama hem sinirlenip hem de üzülen annemi sevindirdim. Sorun, sadece bir işti nihayetinde, iş olduğu zaman çalışmak gerekiyordu.

Çalışmaya başladım, özel bir yerde öğretmendim artık; öğretmenlere has olmayan bir yorgunluk ve bıkkınlık içerisindeydim ilk defa. Bunun sebebini de işe gidip gelmem için günde toplam üç saat harcıyor olmama bağlıyordum. Zaman geçiyor ama ben hiçbir şeye bir türlü alışamıyordum.

Her defasında en kısa zamanda okumak üzere aldığım ve bir gün mutlaka okuyacağıma inandığım birkaç kitap, birike birike gözümün önünde yığın haline geldi. Dergilerin, gazetelerin günün ilerleyen saatlerinde detaylıca okumayı planladığım sayfalarına dönüp bakamaz, sevdiğim şarkıları ezberden mırıldanacak kadar arka arkaya dinleyip tadına varamaz oldum. Galiba çok yorgundum. Akşamın beşi altısında daha, beni ilgilendirmeyen sorunlarla enerjim tükenmiş oluyordu. Her gün daha erken yatıp daha dinç olacağıma karar verdiğimden yarına, sonraki güne, daha sonraki güne erteliyordum arkadaşlarımla görüşmeyi. Ama her gün daha da geç yatıp daha yorgun başlıyordum günlere. Hem işten arta kalan zamanlarda bir şey yapma isteği hem de hiçbir şey yapmaya istek duyamama uykularımı kaçırıyordu. Tıpkı okumayı planladığım kitaplar, görüşmeyi ertelediğim arkadaşlar gibi yığılıp gidiyordu uyku.

Tüm bunlar ben çalışıyorum diye böyleydi. Neden böylesine harap oluyorum, diye merak ettim. Evet, çalışıyordum, işten arta kalan zamanlarımı satın almak için her gün aynı yerde, aynı saatte aynı şeyleri yapıyordum. Peki çalışmadığım bu saatler, hafta sonları, ya da ekstradan gelen bayram seyran tatilleri gerçekten benim mi oluyordu? Ya da günün daha az saatini işe verseydim daha mı mutlu olurdum? Neden mutsuzdum? Her sabah istemediğim halde neden kalkıp işe gidiyordum? Bunu istemiyorsam neyi istediğimi neden merak etmiyordum? Sadece huzurlu olmak istiyordum ama insanın bu dünyadan bir istediği varsa muhakkak kandırılıyordur, bundan da emindim artık.

Arayış

Çok çalıştığımızdan mı acaba, sekiz saat bize çok mu geliyor, diye düşünmedim değil. Günün üçte birini işe ayırdığımı düşünürsem, hiç de fazla bir zaman dilimi sayılmazdı aslında. Eskiden nasıl yapabiliyormuş insanlar on iki saat, hatta daha fazla? Acaba günün dört saatini işte geçirsem her şey yolunda gider miydi?

Bertrand Russel Aylaklığa Övgü’de aşağı yukarı şöyle şeyler söyler, on iki ya da sekiz saat yerine günde dört saat çalışarak kalan zamanda daha az kazansak da sevdiğimiz, ikinci bir işle uğraşabiliriz. Bilim ve sanatı da akademinin (aslında burada memuriyet denilmeli bence) elinden kurtarır, özgürleştiririz. Bilim ve sanatın hürriyet yolunun bu olduğuna kani olsam da az da olsa istemediğimiz işlerde çalışmak mutluluk ve özgürlük getirir mi emin olamadım.

Herhangi bir işte çalışmak, işten arta kalan zamanların bana ait olacağını, ne istersem yapacağımı vaat etse de işi yapmaya başladığımda mesai saatinin bitmesinin bir kandırmaca olduğunu çok geçmeden anladım. Mesai arkadaşlarımı keşfettikçe akşamları annemle yaptığımız gündelik konuşmaların içinde yeni yeni isimler ve onların fiziksel ve ruhsal özellikleri girmişti. Bunu, hemen fark ettiğim söylenemez tabii. İşe başladıktan birkaç ay sonra annemin de arkadaşlarım ve işim hakkında bir fikri olduğunu görmüştüm. Demek ki işi akşam beşte bitirmiyordum. Kurallar, dedikodular, yasaklar, yapılacaklar listesi, arkadaşlar, yöneticiler, müdürler, çocuklar, tartışmalar, kavgalar ve de eğlenceler kafamın içinde, yüz ifademde, dilimde; benimle birlikte eve, sokaklara, otobüse, metroya, anneme, yemeğe, yatağıma, uykuya taşınıyordu. Çok düşünceli olduğum zamanlar –ki genelde böyle geçti hayatım- uykuya dalmakta zorlandığım geceler –ki yatar yatmaz uyuduğumu da pek bilmem- ah bir uyusam derim, uyusam rahatlar, unuturum her şeyi. Ama herkesin bildiği gibi bu böyle olmaz, uyumak düşünceleri ve huzursuzluğu kesmez. Gözümü sabaha ya da gecenin bir saatine açtığımda aynı kalp sıkışıklığının beni rahat bırakmadığını görürüm. Uyandığımda her şeyin geçtiğini, tüm sıkıntımın aslında kötü bir rüya olduğunu hissetmeye çalışırım bir an. işte o sıkıntının uykumu bırakmadığı gibi, iş hayatım da işten arta kalan zamanlarımı bırakmaz.

Dövüş Kulübü’nde Tyler Durden’ın kafası birden bozuluyor ve sokağın birinde bir marketteki adamın ensesine dayıyor silahını ve çok temel bir şeyler soruyor: Ne okudun? Adamın cevabı: “Bilmiyorum” Neden okudun? “Bilmiyorum.” Orada hayatı söz konusuyken bazı şeyleri neden yaptığına anlam veremiyor sanırım. Ne olmak isterdin? Cevap, “veteriner” Ölmeyi mi tercih edersin? “Hayır.”  Bunun üzerine Tyler Durden adamı denetleyeceğini eğer altı hafta içinde veteriner olmak için çalışmıyorsa onu öldüreceğini söylüyor.

Bu zor günlerimde beni her zaman çok etkileyen bu sahne aklıma geldi. Tyler Durden’ın altı hafta sonra gelip istediğim işi yapmak için bir şeyler yapıp yapmadığımı kontrol edeceğini, eğer yapmıyorsam beni öldüreceğini varsayarak sevebileceğim bir işi aramaya karar verdim. Hatta bir an için herkesin böyle yapmasını, hatta bunun hayati bir mesele olmasını diledim; hayati ve tamamen kişisel. “Ben işe gitmezsem ne olur?” kaygısı üzerine geliştirilen çalışma şevkinin politik ve ahlaki yollarla pekiştirilmesiyle, yaptığımız her işi önemli sanmayı sanırım biz başlattık. Ben bu işi yapmazsam ne olur, diye sordum kendime ve yerimi dolduracak milyonlarca insanın varlığını bir anda gördüm. Yapacağım şey sıradan bir şey olacak belki ama istediğim şeyi aramaya, isteyeceğim şeyi bulmaya karar verdim. Tyler Durden değil de huysuz bir emekli hayatı, ensemde duran. Neden emekli oluncaya kadar ne yapacağımı hiç düşünmemişim diye çok kızdım kendime ve görmek istedim; hayat güzel olabilir mi?


PATA KÜTE – MART 2011