“Herkes bir şey yapmaya mecbur. Herkesin bir talihi var. Ne bileyim, ben, bu talihi kendinden, iç dünyasından bir şeyler katarak yaşamayı seviyorum. Yani sanatı seviyorum. Belki o bizi ölümün en iyi, en rahatça kabul edebileceğimiz çehreleriyle karşılaştırıyor. Şurası muhakkak ki, bir insanın hayatı bazen bir sanat eseri kadar güzel olabiliyor. Onu bulduğum zaman…”
Huzur, Ahmet Hamdi Tanpınar
Sorgu
Yaklaşık bir yıl önce işsizdim, bir yerlerimin ağrımaması için nöbetleşe sağa sola dönerek yatakta öylece yatıp dururken ne yapacağımı düşünüyordum, fakat yapacak uygun bir şey bulamıyordum. Bazılarımızın hayatta hiçbir planı yoktu benim gibi. Var olan planları da kendimiz istememiştik aslında.
İşsizliğin ya da sevmediğimiz bir işte çalışmanın sıkıntıları yüzünden çareyi psikologlarda arıyor ve kendi içimize bakabilmeyi öğrenmeye çalışıyorduk. Bir arkadaşıma hayattaki “B Planı” sorulmuştu. Fark ettim ki bir şekilde tamamlamak zorunda olduğumuz bu hayatı ikinci bir yoldan götürmeyi hiç düşünmemiştik. Ya memur olacaktık ya da en fazla memur olmazdık da patronlu bir işte çalışırdık ikinci yol olarak. Ya çok çalışacaktık, ya da az. Ya az kazanacaktık, ya da iyi. Şu an bile bunlara alternatif bir şeyin hayati geçerliliği olamayacağı ihtimalini görmezden gelip hayallerime ‘plan’ diyemiyorum. Ama bir hayalim var dersem de yalan olur. Henüz yok.
İşsiz, dolayısıyla da beş parasız dolaştığım aylarda ne iş olsa yaparım diyen bir atılganlığa bile sahiptim her işsiz gibi. Bir işim olsun diye KPSS kurslarında süründüğüm zamanlardı bu zamanlar. Öğrencilik hayatının devamı gibiydi. Ama her anı öğrencilikten daha acıklıydı. Hüzünlü işsizlik hikayelerine sahip, bir sınıf dolusu insanla derslere, deneme sınavlarına girip çıktım. Yaşı geçmiş -genelde acı bir gülümsemeyle söylenir bu- bir baltaya sap olamamış, bu yüzden de evlenememiş erkekler, atandığı yerdeki yaşam şartlarına dayanamayarak kaçıp gelmiş küskünler, mezun olur olmaz evlenip çocuk yapmış, hayatında iş bulmaya ancak sıra gelmiş sıkılgan kadınlar, yeni mezun olanlar ya da mezun olacak öğrenciler, bir de benim gibi sürekli aynı şeyi deneyenler. Bu, benim de içinde bulunduğum grup aslında hepsini kapsıyordu, çünkü bu insanlar eğer bu yıl memur olma hakkı elde edemezlerse seneye yine deneyecekler ve bu son gruba dahil olmuş olacaklardı.
Herkes dibine kadar mutsuz değildi aslında, insanlar istediği iş için çabalarken bile mutluydu. Ama ben memur olmak isteyen bir insanı hep mutsuz ve çaresiz zannederdim, ben öyleydim çünkü. Ben de onlar gibi hayal kuruyordum ve bu hayaller elbette ki beni çok mutlu ediyor, geleceği sabırsızca bekleyen heyecanlı bir kadın gibi hissettiriyordu. Bazen ise tüm bunların gerçekçi olmadığını düşünüyordum. O zamanlar sadece mutlu olmak için iş arıyordum ama gerçekleri de acı bir şekilde hayal edip içimdeki ‘iş bulsan da mutlu olamayacaksın’ diyen çirkef bir sesin söylediklerini not ediyordum günlüğüme. Kötü değildi elbet, okulun birinde kadrolu bir öğretmen olmak. Her ay belirli miktarda paran güvencede, kim istemez? Sonra evlilik; çocukların hayata dahil olması. Mavi bluza uygun takı arama girişiminde bambaşka şeylere para harcamak. Kışlık yazlık kıyafetler ve kombinasyonları. Havı dökülmemiş atkılar, şallar, makyajın uyumu ve iz bırakmadan silinmesi. Kiloları atmak. Sıkılaşmak. Kocanın ilgisini hep canlı tutma yöntemleri. Teknoloji çılgınlığı. Gündelik dertler, zevkler, telaşlar, kaçışlar… Evet, bir iş, bir aile, para; yaşama kapılış ve her şeyi unutuş… Bizim bir işimiz ve paramız olmadığı için her şeyin farkında gibiydik.
Kısacası, devletin memur atama sıralamasına giremedim birçokları gibi, ben de onunla işbirliği yapmaktan vazgeçtim. Daha sonraları para kazanabileceğim bir iş yapmaya başladığımda yaşadığım hayal kırıklığı ve beni anafor gibi içine çeken mutsuzluk dalgasının işsizken yaşadığım mutsuzluktan daha gerçekçi olduğunu anladım.
Mutsuz Çalışan
Sonra ben o yatakta düşünür ve sınavdan sınava koşuşturmaktan yorgun düşmüş bedenimi ve zihnimi hem dinlendirir hem de bir sınava hazırlanmamak yüzünden düştüğüm boşluğun –itiraf ediyorum- tadını çıkarırken tesadüfen bir iş buldum ve sabahlara kadar oturup akşamlara kadar yatmama hem sinirlenip hem de üzülen annemi sevindirdim. Sorun, sadece bir işti nihayetinde, iş olduğu zaman çalışmak gerekiyordu.
Çalışmaya başladım, özel bir yerde öğretmendim artık; öğretmenlere has olmayan bir yorgunluk ve bıkkınlık içerisindeydim ilk defa. Bunun sebebini de işe gidip gelmem için günde toplam üç saat harcıyor olmama bağlıyordum. Zaman geçiyor ama ben hiçbir şeye bir türlü alışamıyordum.
Her defasında en kısa zamanda okumak üzere aldığım ve bir gün mutlaka okuyacağıma inandığım birkaç kitap, birike birike gözümün önünde yığın haline geldi. Dergilerin, gazetelerin günün ilerleyen saatlerinde detaylıca okumayı planladığım sayfalarına dönüp bakamaz, sevdiğim şarkıları ezberden mırıldanacak kadar arka arkaya dinleyip tadına varamaz oldum. Galiba çok yorgundum. Akşamın beşi altısında daha, beni ilgilendirmeyen sorunlarla enerjim tükenmiş oluyordu. Her gün daha erken yatıp daha dinç olacağıma karar verdiğimden yarına, sonraki güne, daha sonraki güne erteliyordum arkadaşlarımla görüşmeyi. Ama her gün daha da geç yatıp daha yorgun başlıyordum günlere. Hem işten arta kalan zamanlarda bir şey yapma isteği hem de hiçbir şey yapmaya istek duyamama uykularımı kaçırıyordu. Tıpkı okumayı planladığım kitaplar, görüşmeyi ertelediğim arkadaşlar gibi yığılıp gidiyordu uyku.
Tüm bunlar ben çalışıyorum diye böyleydi. Neden böylesine harap oluyorum, diye merak ettim. Evet, çalışıyordum, işten arta kalan zamanlarımı satın almak için her gün aynı yerde, aynı saatte aynı şeyleri yapıyordum. Peki çalışmadığım bu saatler, hafta sonları, ya da ekstradan gelen bayram seyran tatilleri gerçekten benim mi oluyordu? Ya da günün daha az saatini işe verseydim daha mı mutlu olurdum? Neden mutsuzdum? Her sabah istemediğim halde neden kalkıp işe gidiyordum? Bunu istemiyorsam neyi istediğimi neden merak etmiyordum? Sadece huzurlu olmak istiyordum ama insanın bu dünyadan bir istediği varsa muhakkak kandırılıyordur, bundan da emindim artık.
Arayış
Çok çalıştığımızdan mı acaba, sekiz saat bize çok mu geliyor, diye düşünmedim değil. Günün üçte birini işe ayırdığımı düşünürsem, hiç de fazla bir zaman dilimi sayılmazdı aslında. Eskiden nasıl yapabiliyormuş insanlar on iki saat, hatta daha fazla? Acaba günün dört saatini işte geçirsem her şey yolunda gider miydi?
Bertrand Russel Aylaklığa Övgü’de aşağı yukarı şöyle şeyler söyler, on iki ya da sekiz saat yerine günde dört saat çalışarak kalan zamanda daha az kazansak da sevdiğimiz, ikinci bir işle uğraşabiliriz. Bilim ve sanatı da akademinin (aslında burada memuriyet denilmeli bence) elinden kurtarır, özgürleştiririz. Bilim ve sanatın hürriyet yolunun bu olduğuna kani olsam da az da olsa istemediğimiz işlerde çalışmak mutluluk ve özgürlük getirir mi emin olamadım.
Herhangi bir işte çalışmak, işten arta kalan zamanların bana ait olacağını, ne istersem yapacağımı vaat etse de işi yapmaya başladığımda mesai saatinin bitmesinin bir kandırmaca olduğunu çok geçmeden anladım. Mesai arkadaşlarımı keşfettikçe akşamları annemle yaptığımız gündelik konuşmaların içinde yeni yeni isimler ve onların fiziksel ve ruhsal özellikleri girmişti. Bunu, hemen fark ettiğim söylenemez tabii. İşe başladıktan birkaç ay sonra annemin de arkadaşlarım ve işim hakkında bir fikri olduğunu görmüştüm. Demek ki işi akşam beşte bitirmiyordum. Kurallar, dedikodular, yasaklar, yapılacaklar listesi, arkadaşlar, yöneticiler, müdürler, çocuklar, tartışmalar, kavgalar ve de eğlenceler kafamın içinde, yüz ifademde, dilimde; benimle birlikte eve, sokaklara, otobüse, metroya, anneme, yemeğe, yatağıma, uykuya taşınıyordu. Çok düşünceli olduğum zamanlar –ki genelde böyle geçti hayatım- uykuya dalmakta zorlandığım geceler –ki yatar yatmaz uyuduğumu da pek bilmem- ah bir uyusam derim, uyusam rahatlar, unuturum her şeyi. Ama herkesin bildiği gibi bu böyle olmaz, uyumak düşünceleri ve huzursuzluğu kesmez. Gözümü sabaha ya da gecenin bir saatine açtığımda aynı kalp sıkışıklığının beni rahat bırakmadığını görürüm. Uyandığımda her şeyin geçtiğini, tüm sıkıntımın aslında kötü bir rüya olduğunu hissetmeye çalışırım bir an. işte o sıkıntının uykumu bırakmadığı gibi, iş hayatım da işten arta kalan zamanlarımı bırakmaz.
Dövüş Kulübü’nde Tyler Durden’ın kafası birden bozuluyor ve sokağın birinde bir marketteki adamın ensesine dayıyor silahını ve çok temel bir şeyler soruyor: Ne okudun? Adamın cevabı: “Bilmiyorum” Neden okudun? “Bilmiyorum.” Orada hayatı söz konusuyken bazı şeyleri neden yaptığına anlam veremiyor sanırım. Ne olmak isterdin? Cevap, “veteriner” Ölmeyi mi tercih edersin? “Hayır.” Bunun üzerine Tyler Durden adamı denetleyeceğini eğer altı hafta içinde veteriner olmak için çalışmıyorsa onu öldüreceğini söylüyor.
Bu zor günlerimde beni her zaman çok etkileyen bu sahne aklıma geldi. Tyler Durden’ın altı hafta sonra gelip istediğim işi yapmak için bir şeyler yapıp yapmadığımı kontrol edeceğini, eğer yapmıyorsam beni öldüreceğini varsayarak sevebileceğim bir işi aramaya karar verdim. Hatta bir an için herkesin böyle yapmasını, hatta bunun hayati bir mesele olmasını diledim; hayati ve tamamen kişisel. “Ben işe gitmezsem ne olur?” kaygısı üzerine geliştirilen çalışma şevkinin politik ve ahlaki yollarla pekiştirilmesiyle, yaptığımız her işi önemli sanmayı sanırım biz başlattık. Ben bu işi yapmazsam ne olur, diye sordum kendime ve yerimi dolduracak milyonlarca insanın varlığını bir anda gördüm. Yapacağım şey sıradan bir şey olacak belki ama istediğim şeyi aramaya, isteyeceğim şeyi bulmaya karar verdim. Tyler Durden değil de huysuz bir emekli hayatı, ensemde duran. Neden emekli oluncaya kadar ne yapacağımı hiç düşünmemişim diye çok kızdım kendime ve görmek istedim; hayat güzel olabilir mi?
PATA KÜTE – MART 2011